1984 Romanının bana anımsattıkları
Gençlik yıllarımda okumuştum George Orwell’in kült yapıtı 1984’ü ilk defa:
O zamanlar 27 Mayıs ihtilali yeni yapılmış, 12 Mart’ı daha anlamamış, 12 Eylül’ü görmemiş bir delikanlıydım. Etkilenmiştim, ama emeklilikte tekrar okuyayım dediğim zamanki kadar değil… Üzerinden yarım asır geçmiş, düşüncelerim devinilmiş, kendimce yanlışlarımı düzeltmeye çalıştığım bu dönemde George Orwell’in 1948’ de ileriyi görerek çok derin analizler yaptığını fark ettim ve düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istedim.
Thomas More’un Utopia 16. yy.da yazılmış, halkı mutlu mesut yaşayan ulaşılmaz hayali bir toplumu anlatır. Daha sonra ise bunun karşıtı olan anti ütopya diye nitelendirebileceğimiz, baskıcı yönetimler altında yaşayan mutsuz toplumları anlatan distopia kitapları çıktı.
Bu konuda yazılan Yevgeni Zamyatin’in “Biz” i 1984’e örnek olduğunu yazanlar vardır. Biz ve Aldous Huxley “Cesur Yeni Dünya”sı uzay gemileri çağında geçtiği için, Fahrenheit 451 ve 1984 zamanımızda geçen eserler olarak bana göre daha anlamlıdır.
Cesur Yeni Dünya 1932’de, Orwell’ın eseri 1949’da ve Fahrenheit 451 ise ta 1953’de basılırken Zamyatin 1920 yılında Biz’i yazıp dört yıl içinde yayınlama cesaretini gösterdi.
1984, bir diktatoryanın nasıl oluşturulduğunu, toplulukların düşünmekten nasıl alıkonulduğunu, itaat duygusunun nasıl aşılandığını, ekmeğini kestiğiniz insanların nasıl zamanla herşeyi kabullenen birer makineye dönüştüğünü anlatır.
Özellikle değinilmesi gereken bir diğer nokta ise; kitabın gerçek ve sanrı kavramları üzerinde düşünmeye teşvik eder güdülerle yazılmış olduğudur. Tek gerçek herhangi bir şeyin gerçek olmadığı gerçeğidir. Okur durmaksızın kendi kendine : “Gerçek nedir? Hangimize, hangi kıstaslara göre gerçektir? Acaba şimdiki gerçek, ilerde de gerçek olarak kalacak mıdır?” gibi sorular sorarak kitabı okumaktadır.
Benim ilk vurgulamak istediğim, yorumcular tarafından sanki komünizm’in eleştirisi olarak algılanması konusudur. Aslında bu kitap komünizm dahil tüm totaliter rejimler için yazılmıştır. Şimdi aranızdaki bazı eski? solcuların “komünizm totaliter değildir!” dediğini duyar gibi oluyorum. (Bu konuya gerekirse daha ilerde dönebilirim, ama isteyenler cevabım olarak, “İkinci Seyahatim nedeniyle sosyalizm/komünizm üzerine bir irdeleme” yazıma göz atabilirler.) Zaten kitabın 274 ve 284, sayfalarında:
“Sonraları 20. yy.da totaliter denenler ortaya çıktı. Alman Nazileri ve Rus Komünistleri. Ruslar sapkınlığı Engizisyondan daha acımasızca bastırdılar. Geçmişteki hatalardan ders çıkarmışlardı; en azından şehitler yaratmamak gerektiğini öğrenmişlerdi. Kurbanlarını halk mahkemelerine çıkarmadan önce onurlarını yerle bir ediyorlardı. İşkence yaparak, hücreye atarak dirençlerini kırıp öyle bir sindiriyorlardı ki, acınası, umarsı bir şamar oğlanına dönüyordu hepsi; sonunda, ne istenirse itiraf ediyorlar, birbirlerini ihbar ederek, suçlayarak paçalarını kurtarmaya çalışıyorlar, merhamet dilenmeye başlıyorlardı.” yazmaktadır. Başka bir deyişle, Orwell üstat da Rus Komünistleri, Alman Nazileri ile aynı totaliter kefeye koymaktadır…
Cümlelerin içindeki “Proleter” sözcüğünü “halk, toplum, alt sınıf” kelimelerinden biri ile değiştirirsek, romanın totaliter rejim, oligarşi, tiran, despot, diktatör rejimlerinden hepsine birebir uyduğu görülmektedir. Zaten, 284. sayfadaki
“Kimse devrimi korumak için diktatörlük kurmaz; diktatörlük kurmak için devrim yapar.” cümlesi bunu desteklemektedir. Hitler’in halkın oylarıyla başa geçip, sonra tirana dönmesi buna en güzel örneklerden biridir. Bu kitapta bahsedilen Düşünce Polisi KGB ye uyduğu kadar, SS’lere/Gestapo’ya da tam uymaktadır… Kaldı ki 1984’ de bahsedilen karşı devrim (veya anarşi) grubunun başı Goldstein’dır. Winestein gibi Almanya’da yaşayan Yahudi ailelerin soyadları genelde “..stein” ile bitmekteydi. Sanki bu metaforu da George Orwell isteyerek yapmış gibi geldi bana…
Şimdi de isterseniz, bireylerin aptallaşması ve yönetime karşı çıkmaması için neler yapıldığını/yapılması gerektiğini kitaptan sayfa sayfa izleyelim:
Sayfa 81: “Parti, hiç kuşku yok ki, proleterleri kölelikten kurtardığını ileri sürüyordu. Proleterler devrimden önce kapitalizm tarafından acımasızca ezilmişler, aç kalıp dayak yemişler, kadınlar zorla kömür madenleri çalıştırılmışlar (Aslında hala kömür madenlerinde çalışıyorlardı), çocuklar daha 6 yaşında fabrikalara satılmışlardı. Ama Parti bu konuda çiftdüşün ilkelerine bağlı kalarak basit kuralı uygulayıp, proleterlerin tıpkı hayvanlar gibi doğuştan düşkün yaratıklar olduğunu, Bu yüzden de baskı altında tutulmaları gerektiğini savunuyordu…”
Sayfa 86: “Geçmiş silinmekle kalmıyor, silindiği unutuluyor, sonunda Yalan gerçek olup çıkıyordu.”
Sayfa 172: “Açıkçası Parti’nin dünya görüşü, onu hiç anlayamayan insanlara çok daha kolay dayatılıyordu. Gerçekliğin en açık biçimde çarpıtılması böylelerine kolayca benimsetilebiliyordu, çünkü kendilerinden istenenin iğrençliğini tam olarak kavramadıkları gibi, toplumsal olaylarla ilgilenmedikleri için neler olup bittiğini de göremiyorlardı. Hiçbir şeyi kavrayamadıkları için hiçbir zaman akıllarını kaçırmıyorlardı. Her şeyi yutuyorlar ve hiçbir zarar görmüyorlardı, çünkü mısır tanesinin bir kuşun bedeninden sindirilmeden geçip gitmesi gibi geriye bir şey kalmıyordu.”
Sayfa 206: “Hiyerarşik toplumun varlığı, Uzun sürede, ancak yoksulluk ve cehalete yaslanarak sürebilirdi. 20. yüzyılın başlarında bazı düşünürlerin hayalini kurdukları gibi hiçbir şey tarım toplumuna geri dönmek de uygulanabilir bir çözüm değildi. Bu hemen hemen tüm dünyada haniyse içgüdüselleşmiş makineleşme eğilimine ters düşüyordu; dahası, sanayileşmede geri kalan herkese askeri açıdan da güçsüz düşüyor, daha gelişmiş rakiplerinin de dolaylı ya da dolaysız boyunduruğu altına gidiyordu.”
Sayfa 208: “En sıradan Parti üyesinin bile işinin ehli çalışkan ve belirli sınırlar içinde de olsa zeki olması beklenir, ama korku, nefret, yaltaklanma Zafer düşkünlüğü gibi ruh halleri bulunan saf ve cahil bir bağnaz olması da gereklidir.”
Sayfa 209: “Yeni Söylemde “Bilim”i karşılayan tek bir sözcük yoktur. Geçmişin tüm bilimsel başarıların dayandığı deneysel düşünce yöntemi İngsos’un en temel ilkelerinin karşısındadır. Dahası, teknolojik ilerleme bile, insan özgürlüğünün daraltılmasında kullanılabiliyorsa gerçekleşir. Dünya, tüm yararlı uğraşlarda ya yerinde saymakta, ya da geriye gitmektedir.”
Sayfa 210: “Parti’nin iki hedefi tüm yeryüzünü fethetmek ve bağımsız düşünme olasılığını tümden yok etmektir.”
Sayfa 223: “Yüzyıl ortalarında meydana gelen “özel mülkiyetin ortadan kaldırılması” gerçekte, mülkiyetin eskisinden çok daha az kişinin elinde toplanması anlamına geliyordu; şu farkla ki, yeni mülkiyet sahipleri bireyden oluşan bir kitle değil, bir kesimdi.”
Sayfa 227: “Proleterlerin korkulacak bir yanı yoktur. Kaderlerine terk edilmiş olan proleterler, yalnızca başkaldırı dürtüsünden yoksun olarak değil, aynı zamanda dünyanın daha farklı olabileceğini kavrama gücünden de yoksun bir biçimde kuşaklar ve yüzyıllar boyunca çalışacak, üreyecek ve öleceklerdir…”
Sayfa 238: “O göğün altındaki insanlarda birbirlerine çok benziyorlardı; her yerde, yeryüzünün dört bir yöresinde, birbirlerinin varlığından habersiz, aralarına nefret ve yalan duvarları girmiş, ama yine de birbirinin aynı olan; düşünmeyi hiçbir zaman öğrenmedikleri halde, bir gün dünyayı alt üst edebilecek gücü yüreklerinde, içlerinde, kaslarında biriktirmekte olan yüz milyonlarca insan yaşıyordu.”
Sayfa 283: “… çünkü halk kitleleri özgürlüğü kaldıramayan ya da gerçekle yüzleşemeyen, dolayısıyla kendilerinden güçlü bir tarafından yönetilmesi ve sistemli bir biçimde aldatılması gereken zayıf, korkak yaratıklardı.”
Sayfa 224 “.. böylece önceden beklenildiği ve istenildiği gibi ekonomik eşitsizlik kalıcı kılınmıştı.”
Sayfa 287: “Hükmetmek, acı çektirmekle ve aşağılamakla olur. Hükmetmek, insanların zihnini darmadağın etmek, sonra da dilediğin gibi yeniden biçimlendirerek bir araya getirmekle olur.”
“Eski reformcuların hayalini kurduğu o enayi, zevk düşkünü ütopyaların tam tersi bir dünya. Korku, ihanet ve azap dolu bir dünya,…”
Sayfa 81: “Bir umut var ise, proleterlerde olmalıydı, çünkü Parti’yi yok edecek güç ancak Okyanusya nüfusunun % 85 ini oluşturan bu hor görülmüş kitlelerde harekete geçirilebilirdi.”
Açıkçası burada görüldüğü üzere Parti (veya üst yönetim) halka zerre kadar değer vermiyor. Halbuki toplumun ezici çoğunluğunu bu gariban kitle oluşturuyor. % 10 da pastadan ekmek yiyen, ihaleleri kapanlar var: bunlar ezilen kitleye ne olursa olsun, ses çıkarmıyorlar; çünkü ellerindekini kaybetmekten korkuyorlar. Ama tüm bu % 95’i idare den bir azınlık var ki % 1 ile % 5 arasında, asıl emirleri verenler bunlar! İster komünizm olsun, ister sosyalizm, ister faşizm, bütün ülkelerde bu %1-5 lik tabaka tüm kanunları çıkarır, karşı çıkanları böcek gibi ezerler…
Aynı sayfada George Orwell halk için şöyle yazıyor:
“Bilinçleninceye kadar asla başkaldırmayacaklar, ama başkaldırmadıkça da bilinçlenemezler.”
Çok doğru da… Acaba baş kaldırınca bilinçlenebilecekler mi? Ben bu konuda da çok şüpheliyim…
Akıllı bir sarışın kızımız vardı, Aysun Kayacı. “Benim oyum ile dağdaki çobanın oyu eşdeğer olmamalı..” dedi ve topa tutuldu… Aslında haklıydı; o çoban başa geçince bilinçlenecek miydi? Hiç sanmıyorum…
Burada vurgulanması gereken konu, çobanlara verilecek eğitimin kalitesinin arttırılması; ama ne yazık ki ülkemizde, bu konuda çok geriyiz ve geri vites ile geri geriye gitmeye devam ediyoruz… (Geri kelimesi çekiçle beyne çakılır gibi, bile bile tekrar edilmiştir…)
Aslında Parti Üst Yönetimi o çobanın bilinçlenmesini hiçbir zaman istememiştir. Buna en güzel örneği de romanın kahramanının beyninin yıkanması sırasında Düşüne Polisinin başı çok güzel özetlemiştir:
Sayfa 275: “Biz sapkınları bize direniyor diye yok etmeyiz; direndikleri sürece asla yok etmeyiz. İnançlarından döndürür, kafalarının içini ele geçirip yeniden biçimlendiririz.”
Sayfa 277: “Bir daha asla normal bir insanın duyumsadıklarını duyumsayamayacaksın. Yüreğindeki her şey ölmüş olacak. Bundan sonra sevgi nedir, dostluk nedir bilmeyeceksin; ne yaşama sevinci, ne gülüp eğlenmek ne merak, ne cesaret, ne de dürüstlük, hepsinden yoksun kalacaksın. Bomboş bir adam olacaksın. Sıkıp içini boşalttıktan sonra, içine kendimizi dolduracağız.”
Çünkü yönetimlerin istediği, kafası çalışmayan, emirlere koyun gibi itaat eden, işten başka bir şey düşünmeyen, verilen azıcık lokmayla avunan bir koyun sürüsüdür. İsterseniz bir de günümüze bakalım: zamanımızda bu Üst İstekte bir değişiklik olmuş mudur? Kesinlikle hayır!
Peki, bu idare şeklinin değişebilmesi için bir yol yok muydu? Yazar, onu da 224. Sayfada şöyle özetliyor:
“Ne var ki, hiyerarşik toplumu sürekli kılmanın sorunları bundan derindir. Egemen kesimin iktidardan düşürülebilmesinin yalnızca 4 yolu vardır:
- Ya bir dış güç tarafından alt edilecektir,
- Ya ülkeyi yönetmekte kitlelerin baş kaldırmasına yol açacak kadar yetersiz kalacaktır,
- Ya güçlü ve hoşnutsuz bir orta kesimin doğmasına engel olamayacaktır
- Ya da kendine olan güvenini ve yönetme isteğini yitirecektir.”
Hiç de haksız sayılmaz! Hele ilk sıraya koyduğu dış güç en önemli faktör değil mi?
Günümüz toplumlarına bakalım:
- Güney Amerika’ da işler istendiği gibi gitmeyince dış güçler devreye girip, hükümetleri alaşağı etmiyorlar mı? Allende, Peron, Noriega: bunlar en somut örnekler değil midir?
- Çekoslovakya, Yugoslavya’ya Ruslar demir yumruklarını indirmediler mi?
Şimdi de isterseniz üst aklı temsil eden Big Brother’ın mottolarına kısaca değinelim:
SAVAŞ BARIŞTIR
ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR
BİLGİSİZLİK KUVVETTİR
SAVAŞ BARIŞTIR: Burada bizim anladığımız anlamda büyük bir savaştan bahsedilmiyor, yani ne bir dünya savaşı var, ne de bir kurtuluş savaşı. Kitapta bahsedilen, halkı oyalamak için çıkartılan küçük çatışmalar, basit muharebeler… Tabi, bu olaylarla ilgilenen halkın beyni uyuşmuş oluyor ve başkaldırı gibi konulara ayıracak zamanı olmadığı için sakin, sessiz duruyor; işte bu anlamda basit çatışmalar, aslında toplumu kendi arasında bir barışa sürüklemiş oluyor ve bu toplum barışı da devinip gidiyor.. Zaten 208. sayfada yazar bunu açık açık belirtmektedir: “Başka bir deyişle kişisel yapısının savaş haline uygun olması gereklidir. İlle de gerçekten savaşılıyor olması önemli değildir. Gerekli olan tek şey, bir savaş halinin var olmasıdır.”
ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR: Burada çalışanların iş dışında başka bir şey ile ilgilenmemeleri konusu işlenmektedir. Köle gibi çalışsa dahi, çalışan kişinin özgür olduğunun bilinçaltına işlenmesidir. Zaten “Parti sloganı: Proleterler ve hayvanlar özgürdürler.”dır!
BİLGİSİZLİK KUVVETTİR: Bence en çok üzerinde durulması gereken motto bu:
Eskiler şöyle derdi: “Küllün cahilün cesurun” yani “Tüm cahiller cesurdurlar.” Çok doğru bir tespit; çünkü cahillerin ne konu üzerinde bilgileri vardır, ne de kaybedecek bir şeyleri (olduğunu sanırlar)… Tıptan herkesin bildiği bir örnek vereyim: Bir hastalık için komşusuna iyi gelen ilacı kullanmak! İlacın yan tesiri varmış, karaciğeri harap edermiş, o kişiye iyi gelen ona uymazmış… Ne gam… İşte toplumun bilgisiz kalması için Parti herşeyi yapmaktadır:
- Kitapları yasaklamak,
- Kitapları değiştirmek,
- İnsanları yanlış bilgilendirmek, daha doğrusu yanıltmak,
- Tarihi gerçekleri çarpıtmak,
- Gerekirse tarihi yalan olarak tekrar yazmak,
- Kafası çalışanları toplumdan ayırmak,
- Akıllıları işkence ile yola getirmeye çalışmak,
- Düzelmeyenleri buhar etmek (yani yok etmek!)
Tüm bu olumsuzların içinde dahi Orwell, olumlu bir detayı da arada sunmaktadır:
Sayfa 181 “Proleterler insan kalmışlardı. Yürekleri katılaşmamışlardı. Şimdi benim için özel bir çaba göstererek yeniden getirmeye çalıştığı ilkel duyguları tutmuşlardı.”
Sayfa 183 “Hiçbir yararı olmayacağını bile bile insan kalmanın çok önemli olduğunu düşünüyorsan onları yendin demektir.”
İşte beni en çok etkileyen bu son cümle olmuştur: “insan kalmanın çok önemli olduğunu düşünüyorsan onları yendin demektir.”
Burada yazar insan olmak demiyor, insan kalmak diyor. Hatta insan kalmak bile ileri bir seviye.. “insan kalmanın çok önemli olduğunu düşünüyorsan” diyor. Yani “insan kalmayı düşünmek”! Günümüzde, yurdumuzda bence de en önemli konu bu…
İnsan kalmayı düşünebiliyor muyuz? Son 20 yılda gençlerimizin, hatta orta ve yaşlılarımızın bencilliğinin çok arttığını gördüğüm için insan kalmaktan vazgeçtim,
İnsan kalmayı düşünebiliyor muyuz?
Düşünme basamağına bile yaklaşmamız, 1984 öncesindeki insanlığı hatırlayan naçiz bendeniz için bile umut verici olacaktır.
Kalın sağlıcakla…
Dr. Ahmet Girgin
Haziran 2018
Not1: Referans olması açısından sayfa numaraları Celal Üster tarafından tercüme edilmiş ve Can Yayınları tarafından 2018 deki 61. basım temel alınmıştır.
Not2: Uzun bir yazı olduğu için iki konuya değinmeyi unutmuşum:
- Bağnazlık bilinçsizliktir/Bağlılık bilinçsizliktir.
- Beyinden konuşmak/Kalpten konuşmak/Gırtlaktan konuşmak
Artık bunları da başka bir yazıda tartışırız…
Not3: Bu yazımı “bir kitap nasıl okunur?” açıklamasıyla kitap okumayan yeni nesil gençlere armağan ediyorum..