Floransa
Küçültülmüş resimlerin üzerine tıklayarak büyütebilirsiniz.
Bu, Floransa’ya 3. gidişim; şu ana kadar işlerimin yoğunluğundan yazmak mümkün olmadı. Lakin bu sefer, Christiano adındaki çok bilgili bir rehbere düşünce, öğrendiklerimi unutmadan sizlerle paylaşmak istedim.
Aslında Floransa küçücük bir şehir: şehrin merkezi bizim Eminönü civarı kadar bir yer. Lakin orta çağdaki önemini görünce o küçücük yer devasa boyuta ulaşıyor.
Floransa Arno Nehri’nin kenarında M.Ö. 50 yılında kurulmuş, fakat orta çağa gelince bir kültür, ekonomi, dolayısıyla sosyal merkez görünümüne bürünüyor. Tabii bunda en büyük pay, Medici ailesinin… Medici ailesini belki bizim şimdiki Sabancılara veya daha doğrusu Kadir Has’a benzetmemiz mümkün; çok zengin olan bu aile hem bankerlik ve ticaret yapıyor, hem de kazandıkları parayı şehirlerini güzelleştirmek için harcıyorlardı. Rönesansın başlangıç hareketi olan Hümanizma bu sebeple Floransa’ da yeşermiştir. Mediciler sayesinde, Leonardo Da Vinci, Michael Angelo gibi büyük ressam, düşünür ve heykeltıraşlar eserlerini yapmaya imkan bulmuşlardır. Hatta o zamanlar para birimleri bu kentten ismini alan Florin olmuştur. Şimdiki cumhuriyet altını gibi 7 küsur gr ağırlığındaki saf altın para tüm Avrupa’da geçiyordu. Lakin bazı uyanıklar bu paraların etrafını eğeleyerek bir miktarını çalmaya başlayınca kimi tüccarlar tarafından kabul görmez oldu. Bunun üzerine halen şimdiki paralarımızda da mevcut olan, kenar tırtıkları eklendi. Çünkü üçkağıtçılar bu paraları eğelediklerinde tırtıklar kaybolduğundan, sahtekarlıkları ortaya çıkıyordu. Bu nedenle Florin saha güvenilir bir para olarak uzun süre dolaşımda kalmaya devam etti.
Dünyada ilk çatalı bulanlar da Medici ailesidir. O zamana kadar el ile yenen yemekler yerine et ve sebzelere batırılan çatalı önerip, önce kendi ailelerinde kullanmışlar, daha sonra halka önermişler ve nihayet çatalın kullanım hikayesi Fransa asilzadelerine kadar uzanmıştır.
Aralarında doktorlar olduğu için ailenin isimi Medici idi. Zaten Medicina = Tıp , Medicine = Doktor terimleri hep bu kökenden türemiştir.
Son bir not olarak da Burjuva teriminin Floransa’dan kaynaklandığını belirtmeden geçemeyeceğim.
Bildiğiniz gibi orta çağda parası olan ya asillerdi, veya derebeyleri idi. Daha sonra topraktan para kazanan bir kitle oluştu. Bu kitleler hem paralarını korumak için, hem de saldırıları bertaraf etmek için Bourg adı verilen kulelerde yaşarlardı. İşte daha sonradan türeyen ve parası olan köylüleri belirten Burjuva terimi Bourg’larda oturanlardan çıkmıştır.
Floransa turuna şehrin en büyük kilisesinden başlamazsak olmaz… Bu kilisenin adı “Cattedrale di Santa Maria del Fiore ” dir. “Çiçeklerin Aziz Meryem’i” anlamına gelen bu kiliseye “ Duomo” da derler. Aslında “Duomo” “kubbe” demektir. Ve İtalya’nın bir çok şehrinde büyük katedrallere Duomo adı verilmektedir. Duomo’ nun dışı çok süslü oymalarla bezenmiştir. Yanında bulunan çan kulesi “Campinello” da en az kilise kadar süslüdür. Çan kulesini Giotto isimli bir mimar–ressam yapmıştır. Zaten tarihte düz fotoğraf basımı gibi kabartmalardan üç boyutlu resim gibi kabartmalara geçen ilk sanatkar Giotto’ dur; bu nedenle de çan kulesine “Giotto Kulesi” adı verilmiş…
Dışı bu kadar ağır süslerle bezenmiş olan Katedralin içi ise, tam tersine çok sade bir görünümdedir. Sebebi ise Medicilerin o zamana kadar yapılmamış türde bir kilise yapmak istemelerinden kaynaklanmaktadır. Neredeyse Avrupa’daki tüm Orta çağ kiliselerinin içi ikonalarla, fresklerle ve vitraylarla süslüdür. Halbuki Floransa katedralinin iç duvarları düz ve bomboştur. Eskiden bu duvarlarda, Hıristiyanlığın ilk yıllarını tasvir eden büyük halılar asıllıymış. Bu halılar;
- Hem kiliseyi dekore etmekte,
- Hem Medicilerin değişik düşünce tarzını ve zenginliğini yansıtmakta,
- Hem de isteyen ziyaretçilere kopyaları satılarak Floransa’ ya gelir sağlamaktaymış.
Katedralin kubbesi 54 metre çapında bir sekizgendir ve bu devasa kubbe 13 – 14. yüzyılda yani, Vatikandaki San Pietro Katedrali ile Londra’ daki Saint Paul Katedralinden çok daha önce yapıldığı için takdire şayandır. Diğer bir benzetmeyi de bizim Aya Sofya’ mızla yapabiliriz: Aya Sofya kubbesinin yerden yüksekliği 56 m.dir. Başka bir deyişle, Aya Sofya ‘ yı kaldırabilseydik ve yan yatırabilseydik.. neredeyse Duomo’ nun içine sokabilirdik..))
Duomo’ nun önündeki yuvarlak bina ise eski “Vaftiz Hane” dir. Bilindiği üzere Hıristiyanlar, Müslümanların tersine, günahkar doğarlar. Bu günahlarından arınmaları için de papazlar tarafından vaftiz edilmeleri gerekir. İşte kilisenin vaftiz hanesi ortadaki bu yuvarlak daha doğrusu oktogonal (sekizgen) yapıdır. Vaftiz hanenin güneyindeki bronz kapı orijinaldir ve üzerindeki tasvirler iki boyutludur yani derinlik hisleri yoktur. Güney tarafındaki altın kaplama kapı ise “Cennet kapısı” olarak anılır ve daha sonradan yapıldığı için Giotto’ nun başlattığı üç boyutlu kabartma özelliğini taşır. Aslında turistlerin resmini çektiği ve benim de sizlere sunduğum cennet kapısı, hakiki kapının kopyasıdır. Orijinali ise kilisenin içindeki müzededir.
Duomo’ nun sağındaki yol, ünlü markaların mağazalarının yer aldığı şehrin önemli caddelerinden biridir. Bu yol bizi Senyörler Meydanı’ na götürür. Bu meydan ise orta çağda şehrin kalbini oluşturmaktaydı. Tüm toplantılar, gösteriler, tartışmalar bu meydanda yapılırdı. Hatta tiyatro eserlerini sunmak ve konserler vermek için meydanın güney tarafında bir açık hava sahnesi dahi mevcuttur. Halen bu sahnenin içinde bir açık hava müzesi gibi birçok güzel heykel sergilenmektedir. Bu heykellerden biri sahnenin sağında yer alan üç kişiyi iç içe geçmiş olarak tasvir eden heykeldir. Bildiğimiz normal heykellerin tersine bu heykelde ön, yan ve arka cephe diye bir şey yoktur. Heykelin dört bir yanı işlenmiş, böylece hangi yönden bakarsanız bakın mutlaka heykelin önündeymişsiniz izlenimi verilmiştir. Sahnenin solundaki bronz heykel ise mitolojik tanrıçalardan Meduza’ nın başının kesilmesini betimler. Rivayet odur ki Mediciler heykeltıraşa bu heykeli bir parça olarak dökerse 800.000 Florin ödeyeceklerini söylemişlerdir. Ama heykelin döküm sayısı arttıkça meblağı düşüreceklerini belirtmişlerdir. Heykeltıraş eserini ancak üç parçada dökebilmiş, gene de Mediciler bonkörlüklerini göstererek heykeltıraşa sanki bir seferde yapılmış gibi ücreti ödemişlermiş. Bu meydanda Medicilerin sarayının önünde hem Michael Angelo’ nun Davut heykelinin kopyasını görebilirsiniz, hem de nerdeyse meydanın ortasında olan Neptün çeşmesini seyredebilirsiniz. Bu çeşmede su geri planda tutulmuş, karakteristik olarak heykel ve anıtsal görünüm öne çıkarılmıştır. Heykellerin arkasındaki büyük yapı Medicilerin işleri büyüdükten sonra yerleştikleri ikinci ve büyük kale/sarayları imiş. Sarayın kulesine uzaktan bakıldığı zaman Floransa’ nın amblemi olan zambak çiçeğini andırdığını fark edeceksiniz. Zaten sarayın duvarlarının üstünde de aynı arma işlenmiş durumda… İşleri büyüdükten sonra, Mediciler bu sarayın yanına ticari ofislerini yapmışlardı. Bu ofisler şu anda “Uffizi = Ofisler” sanat müzesine dönüşmüş durumdadırlar. İçerideki bir çok tablonun arasında belki de en önemlisi Botiçelli’nin “Venüs’ün Doğuşu” tablosudur. Aynı müzede yer alan Leonordo Da Vinci’ nin eskizlerini ve Rafael’in tablolarını da kaçırmamanızı öneririm. Yalnız, pazartesileri kapalı olan bu müzenin girişinde uzun bir ziyaretçi kuyruğu oluşmaktadır. Bu nedenle 3 € vererek giriş kapısının karşısında bulunan rezervasyon bürosundan mutlaka daha önce bilet alarak rezervasyon yaptırmanızı öneririm.
Medicilerin sarayından Arno nehrinin karşı kıyısında bulunan yazlık sarayları Pitti’ ye uzanan kapalı bir galeri mevcuttur. Uffizi Müzesi’nin sonunda Arno Nehrine ulaştığınızda sağa bakarsanız nehrin üzerindeki -bu galerinin de devam ettiği- meşhur “Ponte Vecchio” yani Eski Köprü’yü göreceksiniz. İsminden de anlaşılacağı üzere, Eski köprü 5 asırdır yerli yerinde durmaktadır. Eskiden burada daha çok kasaplar, kümes hayvanları satıcıları, pazarcılar bulunurmuş. O zamanlar kestikleri hayvanların deri, baş vs. gibi kalıntılarını, sebze satıcılarının çürümüş sebze ve meyveleri Arno nehrine atmaları kötü kokulara sebep olduğundan Mediciler bu tür tüccarların eski köprü üzerinde çalışmalarını yasaklamışlar. Belki de böylece ilk çevre kirliliği karşıtı hareket Mediciler tarafından başlatılmıştır… O zamandan beri ve halen köprü üzerinde altın imalatçıları ile mücevher dükkanları bulunmaktadır ve genelde zengin turistler bu mağazalardan alış veriş yapmaktadırlar.
Ponte Vecchio
Köprünün resmini çekmek isterseniz önerim, sevgili rehberimiz Chiristiano’ nun bizi götürdüğü Bristol Oteli’nin avlusudur. Zaten bizim yarım günlük şehir turumuz da burada sona ermişti… Lakin ben bundan 5 sene önce gittiğimiz, yemeklerinin tadı damağımda kalan ve çok yakında bulunan “La Sagrestia” lokantasına gitmek istedim.
Dostum Dr. Sezar Mural ile lokantaya uğradık: eski köprüyü geçtikten sonra dümdüz 50 m giderseniz solda bu lokantayı göreceksiniz. Afiyetle -zamanımız olmadığı için- pizzalarımızı yedik. Lokantanın içi eski Rönesans tablolarının kopyalarıyla ile bezenmişti. Bu tabloların altında ise Arno Nehri’nin taştığı 1966 yılında suyun ulaştığı seviyeyi gösteren işaretler var (sağ taraftaki resmi büyütürseniz o bronz plakaları görebilirsiniz.). O sene, insan boyuna ulaşacak kadar su evlerin giriş katlarını doldurmuştu. Aynı yıl, suyun tahliyesi için nehrin yatağında hafif değişiklik yapmışlar, çünkü bu değişiklik yapılmazsa nehrin daha ileride yanından geçtiği Pizza Kulesi daha da eğilecek, belki de yıkılacakmış. Kule zarar görmesin diye İtalyanlar nehir suyunun boşaltılmasını değişik bir hattan yapmışlar. İşte böylece memleketlerinin gelir kaynağı olan tarihi sanat eserini koruyabilmişler. Acep bizde olsa bu kadar ince düşünür müydü büyüklerimiz; ne dersiniz ?
Ristorante La Sagrestia
www.lasagrestia.com
Via Guicciardini, 27/R.
(Ponte Vecchio) 50125 Firenze
Son olarak sizlere davetli gittiğimiz başka bir restauranın adresini vereceğim:
Ristorante “Buca Mario”
www.bucamario.it
P.zza Ottaviani a pranzo 50125 Firenze
Bu restaurant tanınmış ve zor yer bulunan bir lokanta. Belki de bizim Tepebaşı’ ndaki Hasır Meyhanesi’nin biraz daha büyüğü…. Aslında yemekleri çok güzel; lakin bizim için seçilen yemekler o kadar tatsızdı ki o güzelim yerden içimiz buruk ayrıldık… Ne yazık ki bu güzel bir yere gidip oranın tadına varmadan ayrılmak, yemek seçimlerini yapan Türk acentesinin kusuru idi. Türk damak tadını bildiklerini zanneden insanlar İspanyol Tapaslarının kötü örnekleri ile masamızı bezeyince yemeğimizin sonu hüsran oldu…..
Bu nedenle bu lokantaya giderseniz yalnız İtalyanların yediği et yemeklerini tatmanızı öneririm. Ama Avrupalılar eti az pişmiş yedikleri için garsonlara mutlaka eti iyi pişirmeleri gerektiğini söylemeye unutmayın…. Afiyet olsun..
Not: Küçültülmüş resimlerin üzerine tıklayarak büyütebilirsiniz.