Galatasaray Lisesi öğrencisi Mehmet Muzaffer Çanakkale’ de
Bedeli Çanakkale’ de tesviye olunacaktır…. Yetkin İşcen
İmparatorluk devrinde “Mekteb-i Sultânî” adıyla tanınan ve derslerinin tamamı hem Türkçe hem Fransızca olan tek mektep; ismi Cumhuriyetle birlikte “Galatasaray Lisesi”ne çevrilen eğitim kurumuydu. Tamamı 650 olan öğrenci sayısının yarısına yakını, imparatorluğun Rum, Ermeni, Yahudi, Bulgar, Sırp, Karadağlı gibi gayrimüslim ekalliyet çocuklarıydı. Bu okulun öğrenci ve mezunları, Trablusgarp İtalyan Harbi (1911), Birinci Balkan Harbi (1912), İkinci Balkan Harbi (1913), Birinci Cihan Harbi (1914), İstiklal Savaşı (1921), Kıbrıs Barış Harekatı (1974) gibi savaşlara katılarak 45 şehit vermişler, 150 kadarı da gazi olmuştur.
Askerlik görevini yaparken vatan uğrunda şahadet mertebesine ermek veya gazi olmak her Türk için tabii bir şeydir. Ancak bu 45 şehit ve 150 gazinin durumu başkadır. Zira, bunların istisnasız hepsi, (1909 ve 1914 ‘Askeri Mükellefiyet Kanunu’ gereğince) askerlik vazifesinden ya muaf, ya da ‘maksureli‘ (tescilli) tutulmuş gençlerdir.
Bu iki kanun, Sultâni mektepleri talebe ve mezunlarını askerlik görevinden ‘maksureli’ ettiği gibi, Balkan Harbi sırasında mer’i olan 1909 kanunu da, üstelik bütün İstanbul halkını askerlik görevinden azade kılmaktadır.
Bu şehit ve gazilerin hepsi 17-22 yaşındayken ve bir kısmı henüz mektebin lise ve orta kısımlarında, bir kısmıysa mezun ve İstanbul Darülfünunu veya Avrupa üniversitelerinde tahsildeyken, birbirleriyle yarış edercesine askerlik şubelerine koşmuşlar ve gönüllü olarak askere yazılmışlardır.
Hatta içlerinden Irak cephesinde şehit düşen 646 Celal İbrahim (Kürt Celal), Seferberlik ilanıyla beraber geceden gidip askerlik şubesinin kapısında sabahlamış ve “1 Numaralı Gönüllü” yazılmak şerefini elde etmiştir. Bu gençlerin hepsi mükemmel lisan bildiklerinden, gönüllü kaydolunca karargah hizmetine alınmışlar, ancak cepheye ısrarla talip olarak ön saflarda dövüşmüşlerdir.
********************
Üç aylık bir talimden sonra Mehmed Muzaffer, “zabit namzedi” olarak Çanakkale’deydi (Mart 1916)… Müttefik İngiliz ve Fransız kuvvetleri, Çanakkale’de uğradıkları mağlubiyetten ve verdikleri 150.000 zayiattan sora Boğaz’ı aşamayacaklarını anlamışlar, 1915’in son haftasıyla 1916’ının ilk haftasında bütün hatları tahliye edip, çıkıp gitmişlerdi…
Muzaffer, Çanakkale’ye vardığında harp durmuştu. Zaman zaman, İmroz ve Bozcaada’da üslenmiş düşman gemileri ve uçakları bombardımanda bulunuyorlarsa da, 1915 Nisanı’ndan Aralık sonuna kadar 8 ay süren kanlı boğuşmalara kıyasla bu bombardımanlar “hiç” mesabesindeydi. Çanakkale’deki birliklerin büyük kısmı, Kafkas, Irak ve Filistin cephelerine sevk edileceklerdi. Hazırlanma ve noksanlarını ikmal emri aldılar.
Muzaffer, birliğinin alay karargahında görevliydi. Alayın kamyon ve otomobil lastiği ile diğer birtakım malzemeye ihtiyacı vardı. Bunlarsa ancak İstanbul’dan sağlanabilirdi. O devirlerde bu gibi basit mubayaalar için açık artırma yapmak, ilanlarda bulunmak, ne adetti, ne de bununla kaybedilecek vakit vardı. Her şey “itimat” ile yürütülürdü. Muzaffer, açıkgöz ve becerikli bir İstanbul çocuğu olduğundan, karargah, gerekli malzemenin temin ve mubayaasına onu memur etti. İcabeden paranın kendisine verilmesi itası için de Erkan-ı Harbiye Riyaseti’ne hitaben yazılı bir tezkereyi eline verdiler.
O yıllarda İstanbul’da otomobil ve kamyon nadir rastlanan vasıtalardı. Bunların lastikleriyse yok denecek kadar azdı ve karaborsadaydı. Muzaffer aradı, uğraştı, nihayet Karaköy’de bir Yahudi tüccarda istediklerini buldu. Fiyatlar pek fahişti ama, yapacak başka bir şey yoktu. Anlaşmaya vardı… Lazım gelen parayı almak için Erkan-ı Harbiye’ye gitti. Elindeki tezkereyi tediye merciine havale ettiler. Muzaffer, az sonra yaşlı bir kaymakamın (yarbay) huzurundaydı. Kaymakam uzatılan tezkereyi okudu. Karşısında hazırolda duran ihtiyat zabit namzedine baktı. İsteyeceği paranın miktarını sormadan “Ne alınacak?” dedi. “Oto ve kamyon lastiği” yanıtı verilince bir an durdu. Sonra Muzaffer’e dik dik baktı ve;
“Bana bak oğlum” dedi, “ Ben askerin ayağına postal, sırtına kaput alacak parayı bulamıyorum. Sen otomobil lastiğinden bahsediyorsun. Hadi yürü git, insanı günaha sokma… Para mara yok…”
Muzaffer selamı çaktı, dışarı çıktı. Harbiye Nezareti’nin (bugünkü Hukuk Fakültesi binası) bahçesinden dış kapıya ağır ağır yürürken ne yapacağını düşünüyordu. Malzemelere alayın ihtiyacı vardı. Eldeki (Almanların verdiği) iki Mercedes-Benz kamyon ve iki binek arabası lastiksizdi. Diğer malzemeler de mutlaka lazımdı. Kendisi bulur alır diye görevlendirilmişti. Eli boş dönemezdi, bir çaresini bulması gerekiyordu…
Muzaffer bunları düşüne düşüne Beyazıt Meydanı’na vardı. Birden durdu, kendi kendine güldü. Aradığı çareyi bulmuştu.
Doğru tüccar Yahudi’ye gitti:
“Paranın tediye muamelesi akşamüstü bitecek. Ezandan sonra gelip malları alamam, gece kaldıracak yerim yok. Yarın öğleden evvel vapurum Çanakkale’ye kalkıyor, yetiştirmem lazım. Onun için, sabah ezanında geleceğim. Malları mutlaka hazır edin…”
Tüccar “Peki” dedi. Muzaffer tam ayrılırken ilave etti:
“Altın para vermiyorlar, kağıt para verecekler…” (1)
Yahudi yine “Peki” dedi. Ertesi sabah Muzaffer, Merkez Kumandanlığı’ndan sağladığı araba ve neferlerle ezan vakti Yahudi’nin dükkanının kapısındaydı. Ortalık henüz ışıyordu. Tüccar malları hazırlamıştı. Havagazı fenerinin(2) yarım yamalak aydınlattığı loşlukta mallar arabaya yüklendi. Muzaffer, bir 100’lük kaime (kağıt para)(3) verdi. Araba dörtnal Sirkeci’ye yollandı. Malzeme önce şata, oradan dubaya bağlı gemiye aktarıldı. Az sonra da gemi Çanakkale yolunu tutmuştu…
Üç gün sonra, Yahudi tüccar, elindeki 100’lük kaimeyi bozdurmak üzere Osmanlı Bankası’na gitti, bozmadılar… Zira, elindeki para sahte idi…
Muzaffer, evrak-ı nakdiyelerin basımında kullanılan kağıdın aynını Karaköy kırtasiyecilerinden tedarik etmiş, bütün gece oturmuş, çini mürekkebi ve boya ile, gerçeğinden bir bakışta ayırt edilemeyecek güzellikte taklit bir para yapmıştı. Tüccara verdiği ve yutturduğu para buydu.
O devrin hakiki paralarının üzerindeki yazılar arasında bir de şu ibare bulunurdu:
“Bedeli Dersaâdet’te altın olarak tesviye olunacaktır”
Muzaffer, yaptığı taklit parada ise bu ibareyi şöyle yazmıştı:
“Bedeli Çanakkale’de altın olarak tesviye olunacaktır…”
Onun ‘altın’ dediği, Çanakkale’de Mehmetçik’in akıttığı, altından da kıymetli kanı idi…
Mehmed Muzafferin taklit parasının ön ve arka yüzü ve taklit paradaki detay: “Bedeli Çanakkale’de altın olarak tesviye olunacaktır”
***************************
Muzaffer, birliğiyle Sina cephesine gitti. Çanakkale’nin kanlı boğuşmaları şimdi bu cephede cereyan ediyordu. Muzaffer, Birinci ve İkinci Gazzemuharebelerine katıldı. Bu iki zaferde de birliğinin payı büyüktü. İkinci Gazze zaferinden sonra, İstanbul’daki okul arkadaşı 449 Faik (Kasap Faik) Soydanbay’a yazdığı mektupta,
‘kolundan yaralandığını, hastanede olduğunu, yakında cepheye döneceğini, mülazımlığa terfi ettiğini, bu yaralanma dolayısıyla harp madalyası verdiklerini, buna sevinmekle birlikte harp sahalarında kollarını-bacaklarını bırakan arkadaşlarının madalya ile mükafatlandırılmaları ne kadar yerindeyse, kendisininki gibi basit bir yara alanların da madalyaya layık görülmelerini o derece yersiz bulduğunu…’ anlatıyordu…
Mektup, Haziran 1917’de yazılmıştı (4). İkinci Gazze Muharebesi 17-19 Nisan’da olmuş, çarpışmalar üç gün sürmüştü.
İngilizler ve onlarla birleşen ‘din kardeşlerimiz Araplar’dan oluşan, Mekke Şerifi Hüseyin ve oğlu Faysal’ın kuvvetleri, 6 Aralık 1917’de Gazze hatlarına kadar yüklendiler. Aynı gün cephemiz yarıldı. Ertesi gün düşman Gazze’ye girmeye başladı. Kuvvetlerimizin kolaylıkla çekilebilmesi için gönüllü bir artçı birlik Gazze’de düşmanı oyalamakla görevlendirildi. Mehmed Muzaffer de bu gönüllüler arasındaydı. Artçı Gönüllü Birliği’nin Mehmetçikleri, başlarında subaylarıyla, sokak sokak, ev ev düşmanın karşısına dikildiler. Bu müthiş oyalama vuruşması akşam ezanına kadar, kurşun sıkmak ve süngü sallamak için ayakta asker kalmayıncaya kadar sürdü. Ölenler şehit olurken, yaralılar da İngilizler’e esir düştüler…
Galatasaraylı 948 Mehmed Muzaffer, yirmi yaşındaki bu delikanlı, bir avuç kalmış neferiyle son kurşunlarını sıkana kadar vuruşmuş, sonra da gırtlak gırtlağa boğuşarak şehit düşmüştü. Onun şehadetini, Gazze gazilerinden olup yaralanarak İngilizlere esir düşen ve Mütareke’den sonra İstanbul’a iade edilen Yedeksubay Teğmen Hasan Nuri, yine gönüllü katıldığı İstiklal Savaşı’nda, Erzurum cephesindeki Kazım Karabekir kuvvetlerinde, gönüllü Galatasaraylı Teğmen 158 Refik Selimoğlu’na, harp menkıbeleri arasında anlatmıştı. 158 Refik, hem Kulüp’ten, hem Mektep’ten Muzaffer’in yakın arkadaşıydı. Galatasaray camiası, bu mübarek evladının şehadet haberini bu yolla öğrendi (5)…
Hasan Âli GÖKSOY (Lale dergisinin Temmuz 84 sayısından alınmıştır.)
*********************
Sahte paraya gelince….
Yahudi tüccar bunu mesele yapmadı. Yapmak mı istemedi, yapmaktan mı çekindi, bilinmez… Ancak olay bütün İstanbul’a yayıldı. Dünyada emsali olmayan ve olmayacak olan bu hadise, Şehzade Abdülhalim Efendi’nin (6) kulağına kadar gitti. Şehzade hemen lalasını göndererek Yahudi tüccarı buldurdu. 100’lük taklit evrak-ı nakdiyeyi, bedelini altın olarak ödeyip aldı. Çok zarif sedef kakmalı, içi kadifeli bir mücevher çekmecesine yerleştirip, İstanbul Polis Okulu’ndaki Emniyet Müzesi’ne hediye etti. Bu emsalsiz parça, müzede şeref mevkiinde muhafaza edildi… 1917’den 1970’lere kadar. Sonra ne oldu?
Bu mübarek şehidin macerasını, zamanın örttüğü kalın sis tabakaları arasından, Galatasaraylı yazar ve gazeteci merhum 661 Naci Sadullah, “Parmak İzi” mecmuasında yayınlayarak bugünkü nesle duyurdu (7). Taklit paranın da siyah-beyaz klişesini bastı.
Galatasaraylı şehitlerin menkıbelerini belirlemeye çalışırken, şehit Muzaffer hakkında naklettiklerimi, Faik Soydanbay, Refik Selimoğlu, yine Balkan Harbi, Cihan Harbi ve İstiklal Savaşı gönüllü gazilerimizden merhum 125 Mehmed Arif İkar’ dan dinleyerek not etmiştim. Naci Sadullah’ın yazısından haberdar olunca Emniyet Müzesi’ne gidip parayı görmüştüm. Para bir ‘mukaddes emanet’ gibi korunuyordu. Müze görevlisi, paranın hikayesini anlatırken heyecanlanıyor, gözleri yaşarıyordu.
1970’lerde Polis Okulu Ankara’ya taşındı, “Polis Enstitüsü” oldu. Müze de oraya götürüldü. Ama müze olarak değil… Eşyalar tahta kasalarda şuraya-buraya tıkıldı. O yıllarda renkli fotoğraf çekimi yeni yeni yaygınlaşıyordu. Bu eşsiz parçanın resmini çekmek istedim. Fakat bütün çabalarıma rağmen paraya ulaşmak şöyle dursun, mevcudiyetini bile kabul ettiremedim. 1983’te bu çalışmaları tekrar ele alınca, yine paranın peşine düştüm. Polis Enstitüsü ilgililerince – başvuran ben ve arkadaşlarım – sadece engellerle karşılandık. Israrımız üzerine, “1983 Cumhuriyet Bayramı’nda müze açılacak. O zaman gelin, şimdi uğraşamayız” diye baştan savulduk. Cumhuriyet Bayramı geldi geçti, müze açılmadı. Dünyada eşi olmayan bu kıymetin yokolmuş bulunmasından cidden endişedeydim. Emniyet Genel Müdürü Fahri Görgülü’ye şahsen başvurdum. Müracaatım büyük bir anlayış ve ilgiyle karşılandı. Çok şükür, Muzaffer’in eseri bulundu.
Para, İstanbul’dan Ankara’ya göç ettirilen müzenin birbirinden kıymetli eşyalarıyla beraber sağa-sola savrulmuş… Evvela o nefis çekmecesinden çıkmış; sonra kadir kıymet bilmez ellerde dolaşıp perişan olduktan sonra sığınacak bir şer bulmuş; “Polis laboratuarları Daire Başkanlığı’nın Grafoloji ve Sahtecilik Şubesi’nin bir dosyasına…” Bereket, bu şube kadirbilir kimselerin elinde de, bu emsalsiz parçayı itinayla korumaya almışlar. Bu eserin renkli resimlerini sağlamamız da bu zevat izinleriyle mümkün oldu.
Fakat bu talihsiz ‘taklit para’, bu şubenin muhafazasına sığınana kadar resmini Parmak İzi mecmuasından alarak bastığımız pırıl pırıl yeni halinden, diğer resimde gördüğünüz perişan hale düşmüş, yıpranmış, yırtılmış, adi seloteyplerin yapışkanlığıyla sararmış, berbat olmuş. Belki de; Türkiye’de bütün kağıt paraların kaderinin böyle fersude ve paçavra halini almalarının şart olduğunu(!) düşünenler, bu sahte banknotun, şehit Muzaffer’in yaptığından daha fazla hakiki paraya benzemesi için bu getirmişlerdir…
1917’den 1970’lere kadar 53 sene bu esere mahfazalık etmiş o nadide antika çekmece ne oldu? Bu parayı buldurmakta gösterdiği hassasiyete güvenerek, Emniyet Genel Müdürü veya haleflerinden, bu çekmeceyi de buldurmalarını ve Muzaffer’in eserini tekrar çekmecesine kovuşturmalarını bekleriz…
***********************
Şehit Mehmed Muzaffer’in taklidini yaptığı paranın aslı 50 liralık kağıt paradır. Bu kağıt paralar, üzerlerinde de yazılı olduğu gibi, Rumi 6 Ağustos 1332 (Miladi 18.08.1916) tarihli kanunla tedavüle çıkarılmıştır. Bu tertip kağıt paraların en büyük kıymeti 50 liralıklardır. Yüz lira olarak bu tipte hiçbir kupür basılmamıştır. Herhalde şehit Muzaffer’in alacağı malzemenin bedeli 50 liranın çok üstünde olmalıdır ki, iki tane 50’lik imal edecek olsa anlaşılabileceğini düşünüp tek bir 100’lük yapmıştır. Bu kağıt paralar yeni tedavüle çıktığından, getirip veren de subay ve askerleri olduğundan, tüccar, bu çeşit 100’lük kaime mevcut olup olmadığını araştırmak lüzumunu görmemiş olmalıdır. Esasen Muzaffer’in ‘sabah ezanı vakti’ üzerinde durması da, hem o devrin ölü ışıkları altında paranın iyice incelenmesine imkan bırakmamak, hem de sabahın o saatinde her taraf kapalı olduğundan, sağa sola sormak ihtimalini de ortadan kaldırmak için olmalıdır.
Bu emisyonda çıkarılan 50 liralıklar 4 seridir: A, B, C, D serileri… Bunların hepsi, kağıt, renk, desen itibariyle tamamen birbirinin aynıdır. Aralarında sadece iki fark vardır: Seri numaralarının başlarındaki harflerle, paranın ön yüzündeki maliye nazırının imzaları… A tertibinde Maliye Nazırı Cavid Bey’in; B, C ve D serisinde Maliye Nazırı’na o sırada vekalet eden Talat Bey’in (henüz paşa yapılmamış olan Talat Paşa) imzası vardır. Talat Bey’in Cavid Bey’e vekaleti Rumi 23 Teşrinievvel 1330’la 28 Kânunusânî 1332 arasıdır (05.11.1914-10.02.1916)… Bu tarihten sonra bu tertip emisyonlarda yine “Cavid” imzası bulunur. Muzaffer, bu emisyonlardan “C serisi 50 liralık”ı örnek almıştır. Buradaki gerçek 50 liralığın resmi B emisyonudur. Temiz bir C emisyonu bulamadığımız için, aralarında da bu harf değişikliğinden başka fark olmadığından, bu resmi yayınlamakta mahzur görmedik. Gerçek ve taklit iki para dikkatle incelenirse, süsleme detaylarının hem kendi aralarında, hem de taklit ile asıl arasında çiziliş farkları olduğu görülür. Ancak bu detay farkları, bazı parçalar iyice büyütülüp karşılaştırılırsa açıkça belirir.
Ancak; bugün çeşitli imkanlara sahip teksir ve fotokopi makinelerinin henüz icat edilmediği yıllarda, elle bu derece başarılı bir taklit yapabilmek, üstelik de bunu bir tek gecenin sınırlı saatleri içine sığdırmak, fevkalade büyük bir sahtekarlık başarısı değil, bir sanat şaheseri yaratmaktır. Allah, bu sanatkarın, bu mübarek şehidin ruhundan, o gani rahmetini eksik etmesin…
Bugüne kadar şehit Mehmed Muzaffer’in resmini temin edemedik. Ali Sami Yen’in bizzat tuttuğu “Galatasaray Kulübü Üye Defteri”nde 117 sıra numarasıyla kayıtlıdır. Kulübe girişi Kânunuevvel 1329’dur (Aralık 1911). Ümidimiz, birgün bir akrabasının çıkıp müzemizdeki şüheda resimleri arasına ulaştırmasıdır…
Yetkin İşcen
Lale Dergisi, Temmuz 1984
Focus dergisi, Mart 1995
Notlar
1- Cihan Harbi’nin başlarına kadar alışveriş altın ve gümüş parayla yapılırdı. Harple birlikte “evrak-ı nakdiye” denilen kağıt paralar çıkarılmaya başlandı. Bunların üzerinde, karşılıklarının altın olarak Düyûn-ı Umûmiye’ye yatırıldığı, harpten sonra halka karşılığının altın olarak ödeneceği” yazılıydı…
2- 1930’lara kadar İstanbul’un sokakları havagazı lambalarıyla aydınlatılırdı. Evlerin çoğunda, yazıhane ve dükkanlarda elektrik yoktu. Havagazı ve gaz lambası kullanılırdı.
3- 100 liralık kaime, resmi fiyatıyla 100 altın demekti. 1984 başındaki değeriyle 3.000.000 TL’ydi.
4- Merhum 449 Faik Soydanbay hatıra notlarından…
5- Maalesef bu gazi teğmen hakkında Refik Bey’deki tek bilgi, “Büyük Taarruz sırasında Dumlupınar’da şehit olduğu”dur…
6- Mehmed Abdülhalim Efendi (1894-1926), Sultan Abdülmecid’in oğlu Süleyman Efendi’nin oğludur.
7- Parmak İzi mecmuası, Sayı:5, 7 Mayıs 1935, s: 5