Kopenhag
Sevgili Tuğrul Şavkay, Galatasaray Lisesi’ nden sınıf arkadaşımdı ve yazılarında yemekten çok yaşam dersi verirdi. Bu yazımdan itibaren ben de Sevgili Tuğrul’ un anısına yazılarımın formatını değiştirmeye karar verdim…. Nur içinde uyu Sevgili Tuğrul..
Kopenhag’a gitmeye karar verdiğim zaman Acente sahibi Galatasaray’lı bir Kardeşimizin “orada sıkılacaksın” demesi beni üzmüştü. Ama benim gibi Dünya’nın dört bir köşesini gezmiş insan için Kopenhag Kriterleri’nin ne olduğunu anlamak için zamanın geldiğini düşünüyordum. Bu nedenle uçağa atladım ve 24 Aralık’ta Kopenhag’a indim. Hakikaten her taraf kapalıydı ama demokrasilerde çareler tükenmediği için, günlerimi değişik şekillerde doldurdum. Bu nedenle yazım dört başlık altında toplanacaktır :
- Kopenhag
- Kopenhag’da gece yarısı Noel Ayin’i
- Christiania ziyareti
- Malmö’ye seyahat
Not: Küçük resimlerin üzerine tıklayarak büyütebilirsiniz.
Kopenhag :
Kopenhag’a indiğimiz zaman Aralık ayının sert, kuru havası karşıladı bizi…
Kastrup havaalanı aslında pek büyük olmayan üç bölümden oluşuyor: gelişler 3. terminalden oluyor, ama giderken T.H.Y. ile dönüyorsanız 2. terminalden hareket etmeniz gerekiyor. Uçaktan indiğim zaman para bozdurmak için gittiğimde beni ilk üzen konu ise Türk Lirası’nın değiştirilememe problemi idi. Ekteki resimde göreceğiniz üzere Liramız o kadar çok sıfırlı ki, karşılığını muhtemelen tabelada gösteremedikleri için Türk paramızı almıyorlardı.
İnşallah 2005’le beraber YTL’ye geçişimizle bu üzüntü verici durumdan kurtulacağımızı umuyorum. Hava alanından direkt şehre tren bağlantısı var; ücreti de 25,5 DKK. Eğer oteliniz şehir merkezinde ise Merkez Garı’nda inebilirsiniz, yok biraz daha kuzeyde ise o zaman kuzey garını tavsiye ederim. Ama şehri ucuz gezmek istiyorsanız bunun iki yolu var ;
- FlexCard: Şehir bir çok bölgeye bölünmüş olduğundan bu kartı 2 veya daha fazla bölgeli alabilirsiniz. Benim önerim hava alanında indiğiniz zaman FlexCard’ı 220 DKK ödeyerek üç bölgeli satın almanızdır. Böylece havaalanından şehre giderken bile ek bir ücret ödemezsiniz, şehrin içinde bir hafta içinde istediğiniz kadar metro, otobüs, trene binersiniz, hatta yanlış binerseniz tekrar iner, tekrar binersiniz ve dönüşte de ücret ödemeden tekrar havaalanına dönersiniz. Böylece şehir içindeki gezilerinizi en ucuz şekilde halletmiş olursunuz.
- Copenhag Card : Bu kart ile FlexCard’a ek olarak bazı müzeleri ücretsiz, bazılarına indirimli gezebilirsiniz. Ama Copenhag Card ücreti 3 gün için 400 DKK olduğu için bence FlexCard’ın tercih edilmesinde yarar var, çünkü zaten özel müzelerde Copenhag Card geçmiyor, sadece basit bir indirim sağlıyor.
Kopenhag; küçük, şirin bir İskandinav kenti. Kanallar şehri birkaç parçaya bölmekte. Trafik düzenli, akıcı. Hatta otobüs seferleri o kadar dakik ki 1A, 2A, 5A 6A numaralı sarı kırmızı cimbom otobüslerin geçiş saatlerine ne kadar kaldığı, duraklardaki elektronik panolarda gösterilmekte ve otobüsler bazen erken geldiklerinden duraklarda oyalanmak zorunda bile kalıyorlar.
Danimarka da dikkatimi en çok dört şey çekti:
- İnsanların bol miktarda kürk kullanmaları. Danimarkalı hatunlar o kadar çok kürk kullanıyorlar ki hayvanları koruma derneklerinin üyeleri önce Danimarka’ya gidip protestolarını buradan başlatmaları gerekir.
- O kadar çok sanat galerisi var ki insanların resim ve güzel sanatların diğer dallarına verdiği önem insanı şaşırtıyor ( ve çok hoşuna gidiyor..).
- Müzelerde güzel sanata verilen önem bir kat daha ortaya çıkıyor: çünkü gezdiğim dünya ülkeleri arasında ilk defa Danimarkalıların her eserin önünde uzun uzun durduklarını, yapıtları zevkle seyrettiklerini ve eser hakkında hararetle tartıştıklarını gördüm.
- Danimarka metrosunun da bir çok konularda diğer metrolardan değişik özellikleri var:
- Metro ana merkezden idare ediliyor: dolayısıyla vagonlarda kondüktör yok: bu nedenle metroya bindiğiniz zaman en öndeki kocaman camdan metronun menfezlerde nasıl kıvrıla kıvrıla gittiğini güzelce izleyebiliyorsunuz.
- Metro durakları diğer metrolar gibi direkt raylara açılmıyor, yani aslında istasyona indiğiniz zaman dört tarafı camla çevrili kapalı bir kutunun içine girmiş oluyorsunuz.
- Metro istasyona gelince hem metronun kapısı, hem de istasyonun kapıları aynı anda açılıyor. Böylece hiçbir kazaya sebebiyet vermeden vagona girmiş oluyorsunuz.
Benim gelişimle beraber o soğuk, kuru ayaz dindi, karlar eridi ve böylece küçük, şirin İskandinav Başkenti’ni rahat rahat gezebildim. Otelim, liman bölümü olan Nyhavn bölümünde olduğu için, önce deniz boyunca bir yürüyüş yaptım.
Niyetim Kopenhag’ın amblemi olan meşhur Deniz Kızı’nı görmekti. Liman boyunca yürürken Deniz Kızından önce kocaman bronzdan bir heykele rastladım: Michel Angelo’ nun Floransa’daki Davut Heykeli’nin bire bir kopyası. Ama bu sefer tunçtan yapılmıştı ve kopya olduğunu heykelin kaidesinde açıkça belirtiyorlardı.
Daha sonra ilerleyerek bu zamana kadar kafası iki kere koparılıp yerine tekrar konulmuş olan Deniz Kızı’na ulaştım. Tüm Japon turistler mitralyöz gibi mahzun Deniz Kızı’nın resmini çekiyorlardı. Ben de sıraya girdim ve sizlere Danimarka’nın güzel kızı ile çektiğim resmi ekte sunuyorum.
Daha sonra Rosenborg Şatosu‘ nu gezmeye gittim. Özel mülkiyete sahip olan şatonun bir kısmı onarılmasına rağmen içerisi orta çağdan kalma çok güzel eserlerle dolu idi. Hatta bizim Topkapı Sarayı’nda gururla sunduğumuz Çin porselen ve vazoların çok güzel örnekleri de vitrinlerde yerlerini almışlardı. Şatonun bir üst katına çıkarken kullandığımız döner merdivenli burçlar, beni bir an çocukluğuma götürdü. Seneler önce annem bademcik ameliyatı olmam için rüşvet olarak bana Aleksandre Dumas’ nın “Üç Silahşorlar” kitabını almıştı. İşte şatonun burçlarındaki merdivenlerden çıkarken, odaları dolaşırken sanki Atos, Portos, Aramis yanımdaydılar ve D’Artanian ile bana eşlik ediyorlardı…
Şatonun en üst katı ise kabul salonu olarak düzenlenmişti ve Kont’un tahtını da barındıran barındırıyordu.
Sonra aşağı mahzene inerek Rosenborg ailesinin hazinesini de gezdim. Filmlerdeki gibi kalın çelik kapılardan geçerek girdiğimiz hazine dairesinde de hakikaten nadide eserler vardı. Ama beni en çok etkileyen salonun ortasında teşhir edilen Kont’un ve eşinin taçları idi. Bu taçlar filmde gördüklerimiz gibi altın veya teneke parçaları silindirler değildiler; üzerleri binlerce değerli taşla işlenmişti Her bir kıvrımı ayrı bir sembolü gösteriyordu. Uzun, yorucu bir emeğin ve göz nurunun eserleri oldukları ilk görüşte anlaşılıyordu..
Rosenborg Şatosundan sonra Danimarka Milli Galerisi’ ne de gittim. Restorasyonda olduğu için bir tek Turner koleksiyonunu gördüm ve de çok mutlu oldum; çünkü fransız empresyonistleri seven ben, burada Turner’ın tablolarında hem empresyonistlerin etkisini, hem de kendi kişisel darbe vuruşlarını hissedebildim…
Küçük resimlerin üzerine tıklayarak büyütebilirsiniz.