Nice (Nis) ve Monaco (Monako)
Fotoların üstüne tıklayarak büyütebilirsiniz.
İnsan bir yeri sevdi mi orası hakkında daha hoş yazıyor….
( Arkamda Hotel Carlone: denize paralel 2. yolda.. Ama eğer deniz kıyısında yer bulamazsanız önerilir..)
Nice’ e kaçıncı gidişim, bilemem; ama her zaman olduğu gibi bu sene de çok güzel bir tatil geçirdim. Cote d’Azur’e uçak ile gitmek isteyenlerin ilk bilmeleri gereken şey; neredeyse deniz üzerinde olan havaalanının iki terminalden oluşması: eğer THY ile uçuyorsanız Terminal 1’e ineceksiniz demektir. “Bu çok mu önemli ?” diyenlerinizi duyar gibi oluyorum: önemli, çünkü dönerken genelde sizi Terminal 2’ nin önünde bırakacaklardır ve siz THY kontuarını ararken muhtemelen uçağınız kaçmış olacaktır…
Neyse, uçağımızdan indikten sonra taksiye bindik: 300 SEL Mercedes içi pırıl pırıl, aynı bizim Doğan görünümlü Şahinlerimiz gibi, koltukları deri tıpkı İstanbul’ un muhteşem taksileri gibi, klimalı ve içerisi parfüm kokuyor aynen bizim taksilerin sigara ve ayak kokuları karışımını andırır gibi, şoför nazik ve tıraşlı sanki bizim türkücü bozuntuları şoförlerimiz gibi…
Otelimiz deniz kenarında “Promenade Des Anglais” üzerinde; anlamı : “İngilizlerin Gezinti Yeri”.
Deniz kenarında geniş ve düzgün kaldırımlar kilometrelerce uzanıyor.. Burası sanki güzel İzmir’imizin 1. Kordonu.. Kaldırımlar pırıl pırıl, geniş, yanınızdan hızla paten kayanlar veya bisikletliler geçiyor; ama hiç kimse kimseye rahatsızlık vermiyor. Yolun hemen yanında kilometrelerce uzanan plaj…. Halka açık, fakat arada özel otellere ayrılmış küçük bölümler de mevcut. Ne yazık ki plajda kum yok, çakıl taşları hakim: bu nedenle denize girmek için mutlaka lastik ayakkabı almanız lazım. Yoksa denize girmek sizin için bir ızdırap olur. Deniz ayakkabısını Türkiye’ de zor bulursunuz; halbuki Nice’ de hem daha ucuza, hem daha kalitelisini bulacaksınız. Bir de deniz şemsiyesi edinmeniz lazım: ayakkabı ile şemsiyenize ödeyeceğiniz miktar da 10-15 € geçmeyecektir.
Oteliniz yolun bir tarafında, Akdeniz sadece ve sadece yolun öbür tarafında ( zaten “Cote d’ Azur” Azur Mavisi Kıyısı demek)) ; yani uyandığınız zaman caddeyi geçiyorsunuz, şemsiyenizi açıyorsunuz:
İşte deniz ! İşte tatil !
Ne sizi rahatsız eden magandalar var, ne etrafınızda pet şişesi dağları…. Seyyar satıcılar bile dinlenenler rahatsız olmasın diye bağırarak değil, nerede ise fısıltı ile mallarını tanıtıyorlar.
Dinlenme dışında tatilde insanı ilgilendiren ikinci konu tabiatıyla yemek.. Şu anda Cote d’ Azur’de yemek yemek biz Türkler için çok kolay ve güzel; Fransa Güney Sahillerinde her çeşit balık mevcut. Benden lokanta ismi isterseniz, iki bölge önerebilirim:
- Place Massena yakınındaki yayalara ayrılmış yoldaki lokantalar
- Eski Nice (Vieux Nice) teki lokantalar
- “Cours Saleya” meydanındaki lokantalar.
Bu üç bölgede de her keseye uygun et ve balık lokantaları mevcuttur. Ama Fransa’ya gidip de balık tatmamak olmaz. Oradaki balık çeşitlerini, servisin kalitesini, porsiyonun büyüklüğünü ve fiyatın uygunluğunu gördükten sonra bizim Boğazdaki meşhur lokantalarda yemek yemek istemeyeceksinizdir artık; çünkü hem fiyatları çok makul, hem de porsiyonları bizimkilerin 2 katı..
Eğer benim gibi resimden hoşlanan biriyseniz, Nice’ in arka tepelerinde, villalar arasında Mattisse’ in de müzesi var…
Ayrıca deniz kenarında bulunmaktan sıkılanlar için Fransızlar çok güzel bir fikir geliştirmişler: Nice’den kalkıp Alplerin arasındaki vadiden ilerleyerek köy ve eski kasabaları gezdiren bir tren: Le Train Des Merveilles, yani “Şaheserler Treni”. Hakikatten trene bindiğiniz anda kendinizi yeşil bir vadinin içinde buluyorsunuz. Tren küçük küçük kasabalarda duruyor, beğendiğiniz bir tanesinde iniyorsunuz, orayı geziyorsunuz, sonra arkadan gelen diğer trenle tekrar yolunuza devam ediyorsunuz. Nihayet vadinin sonunda bir yürüme bölgesine ulaşıyorsunuz. İsteyen buradan geri dönüyor isteyen Şaheserler Vadisi’nde Trekking yapabiliyor. Tüm bütün bunların ücreti de gidiş dönüş 11 € ! Yanlış duymadınız yani 50 TL. Acaba bizim raydan çıkan trenlerimizi sefere koysalar bizden kaç para isterlerdi ve acaba biz o parayı verdikten sonra sağ salim geri dönebilir miydik?
Biz bu sefer hanımla beraber trene bindik ve önce Sospel Kasabası’nda durduk. Trenden inince gördük ki Sospel, bizim Amasya’yı andıran vadinin iki yanında eski evlerden oluşmuş şipşirin bir kasaba. Dahası, burada beni hayrete düşüren çok daha güzel bir görüntüyle karşılaştık:
19. ve 20. yüzyılda Avrupa’dan İstanbul’a binlerce zengin taşımış olan Orient Express yani Şark Ekspresi’ nin dört vagonunu almışlar ve taa Sospel kasabasının garında lokanta yapmışlar. Belki de bu vagonlardan birinde Agatha Christie’ nin “Şark Ekspresinde Cinayet” isimli romanına konu olan olaylar yaşanmıştı. Ama en güzeli bu vagonlardanin üzerindeki birinde Türkçe yazının silinmemiş olmasıydı: Vagonun üzerinde “milletlerarası demir yolları şirketi” yazısı hiç silinmemiş olduğu gibi saklanmıştı. Biz de olsa kalır mıydı acep ? Muhtemelen cart renkli bir fon üzerine “babanın yeri” veya “ananın ocakbaşı” gibi bir ucube pleksiglas yazı kondurmaz mıydık?
İkinci durağımız Breil sur Roya idi. Gene nehir kenarındaki Venedik’ in dar sokaklarını andıran bir kasabada öğle yemeği yedik. İsteyen buradaki dere kenarında yürüyüşe çıkabiliyor, isteyenler ise nehirde Canoe-Rafting yapabiliyorlardı..
Üçüncü durağımız ise Saint Dalmas de Tende idi. Buradaki gar İkinci Dünya Savaşında çok önemli bir yere sahipti. Zaten resimlerde de göreceğiniz üzere gar binası İtalyan, Alman veya Fransızlar tarafından silahlarla tarandığı için duvarları delik deşikti. Belki ibret olsun diye belki de özelliği bozulmasın diye kurşun delikleri tamir edilmeden bırakılmışlardı… ( Bakınız sağ alttaki ibretlik fotolar..))
Nihayet son durağımız Tende’ye geldik. Yüksekte bir dağ kasabası; diğer kasabalardan daha serin ve daha tipik: Birçok evin damında kiremit yerine mermer plakalar gibi kesilmiş taş plakalar binaları yağmur ve kardan korumaktaydı. Buradan isteyenler trekking yapmak üzere Şaheserler Vadisi’ne doğru yola çıkıyorlardı. anlatıldığı üzere bu vadide kelebekler ve isteyenler için arıların bulunduğu bakir alanlar varmış.. Kışın ise isteyenler kayak yapma imkanına sahiptiler..
Monaco:
Monaco’ ya birkaç kez gittim. En son olarak da 2000 de Galatasaray’ın Real Madrid ile yaptığı Süper Kupa maçında gitmiştim.. ( nerede kaldı o eski günler ..)
Nice’den Monaco’ ya gitmek çok kolay:
- Ya trene biniyorsunuz ve Monaco’ nun göbeğinde, karanlık, dağ içindeki bir garda iniyorsunuz,
- veya otobüsle denize sıfır, daracık bir yoldan otobüs şoförünün insafına kalmış olarak, ama yükseklerden çok hoş manzaralar seyrederek (örneğin: Eze kasabası) Monaco’ ya gidiyorsunuz.
Monaco küçücük bir yer. Askeri yok, iç işlerinde serbest, dış işlerinde Fransa ile ortak hareket ediyor. Zaten tek başına hareket etse hop diye yutuluverecek bir yer. Küçük ve dağlık olduğu için de yer bulmak çok zor, dağ taş ev olmuş. Bu yüzden Monaco Stadı da evlerin arasında sıkışmış kalmış. Ama Monaco’ ya gidince gezilmesi gereken üç yer var:
- Prens Rainier’ in otomobil koleksiyonu müzesi: Otomobil tutkunları için vazgeçilmez bir durak. 1900’lerin başından günümüze kadar çok değişik arabalar görme şansınız var.
- Tabiat Müzesi: Bu müzede beni en çok etkileyen şey, müzenin büyük akvaryumunun dışında, çok büyük bir balinanın dişleri ve diş tüyleri diyebileceğim uzun kıllardı. Uzun dediğim eni balinanın çenesi kadar hemen hemen dört metre idi. Boyları ise on santim ile yarım metre arasında değişiyordu. Anlatılana göre balina deniz suyunu alır sonra bu tüyler arasından şiddetle dışarı doğru fışkırtır bu arada tüylere takılan canlıları da yemek üzere midesine indirirdi…
- Monaco kumarhanesi: Filmlere konu olan nostaljik bina… Kumar oynayabilirsiniz, büyük salonuna girince etkileniyorsunuz, velakin asıl büyük oyunlar kapalı kapılar ardındaki küçük odalarda geçiyor..
Monako hakkında benim önemsediğim iki konuyu da paylaşmadan edemeyeceğim:
- Monako’da bir lokanta veya kahvede otururken bayanlara gelen menüde fiyat olmaz! Sebebi gayet güzel: hesabı erkek ödeyeceği için, hanımların menüde seçimlerinde fiyat kafa karıştırmasın diye..)))
- İlgilenenler için, nostaljik 2CV (1960’ların Citroen 2 chevaux’su) araba kiralamak mümkün; ama biraz pahalı, yani günlüğü 300 €….
Yazım Tarihi: 2004
Düzenleme : 2018
Fotoların üstüne tıklayarak büyütebilirsiniz.