1970’lerde bir Dünya Turu (Belki de Türkiye’de bir ilk!)
Seneler önce Türk Turizmi daha emekliyordu. Otellerimiz yetersiz, otobüslerimiz klimasız, yollarımızın çoğu stabilize idi.
O senelerde rahmetli babam THY’ da teknisyendi. Ben de Galatasaray Lisesi’ni yeni bitirmiş taze tıp öğrencisiydim. Turist o kadar azdı ki 2 acente birleşip, 3-5 yolcuyla 3 medeniyet dediğimiz Yunan, Roma, Osmanlı eserlerini kapsayan Çanakkale, İzmir, Bursa turu yapardık. Hatırlayanlar bilir, acente, eski Commer tombul minibüslerinden birinin iç koltuklarını değiştirip yatar hale getirmişlerdi de, çok lüks olduğu hayranlıkla konuşulmuştu…
İşte o günlerde Galatasaraylı bir abim olan THY genel müdür yardımcısı Vedat Alparslan bana bir acente açacaklarını ve
bunun başına gencecik Ahmet’i getirmek istediklerini söylediler: hem hoşuma gitti, hem şaşırdım. Ben daha 3-4 senelik tıfıl bir rehberdim. Dünya olanaklarını görmem için de uçakla bir dünya turu teklif ettiler: memnuniyetle kabul ettim tabi…
Önce –sonradan aşkım olacak- Paris’e yollandım. Yeşilköy’ün o eski Türk Filmlerindeki küçük hava meydanından rahmetli babam M. Muzaffer perondan uğurladı beni.
Paris’e inişimde şaşkınlık bir türlü yakamı bırakmadı:
O ne muhteşem caddelerdi…
Ne kadar çok otomobil vardı…
Kadınlar ne kadar alımlı giyinmişlerdi…
Neyse, Paris’ten birkaç yazımda bahsettiğim için detaya girmeyeceğim.
Etoile (Yıldız) Meydanı ve Eiffel Kulesi
Oradan ver elini Rio De Janeiro….
Uzun uçak yolculuğunda güneşin batışı eşlik etti bize, ama hiç batmadı, çünkü o da batıya gidiyordu, bizde…
Nihayet Rio havaalanına indik. Ben telefonda kendime bir otel ayarlamaya çalışırken, bir el dokundu omzuma ve “Türk müsünüz?” diye sordu. Bu, o anda duydum belki de en güzel cümle idi: karşımda Air France’ ta çalışan ve bana yardımcı olmayı isteyen İzmir asıllı bir Yahudi duruyordu: Robert Sidi. (Robert seneler sonra internetten beni buldu ve hala yazışıyoruz ve hatta geçen sene İstanbul’a geldi, zarif eşiyle beraber yemek yedik ve eski günleri yad ettik: Ne tatlıdır eski dostluklar…)
– Evet diye cevap verdim.
– Gel sana bir otel bulalım dedi.
Böylece Rio’ da geçireceğim o unutulmaz bir hafta başladı.
Brezilya’da 1 erkeğe 3 kadın düşüyor. Hatta Bel Horizonte diye bir bölge var; orada 1 erkeğe 7 kadın düşüyormuş… Gözlerinizin fal taşı gibi açıldığını hissediyorum. Yani o zamanlar Türkiye’de kızlarla el ele bile tutuşamayan bizler, Rio’ da bir huri cennetine düşmüş olduk. Kızlarda öyle zannettiğiniz gibi esmer değil, çoğunluğu yeşil gözlü sarışın, erkek olarak siz bir şey yapmıyorsunuz, zaten kızlar sizin için gerekeni yapıyorlar… Tabi bu tecrübe benim düşüncelerimin çoğunun değişmesine neden oldu.
Rio’ da -bence yanlış bir seçimle- dünyanın yeni 7 harikasından biri seçilen Corovado tepesindeki İsa Heykeli ile o zaman -ve hala- en büyük stadı olan 100.000 kişilik Maracana’ da meşhur Brezilya futbolunu seyrettim, gol sevinci sırasında üsttekilerin aşağıdaki seyircilere kilolarca un döktüğünü gördüm ve 1970′ lerin en lüks amatör film makinesi olan Super8 ile filme çektim … (Bakınız aşağıdaki Dünya Turu filmi)
Maracana Stadı / Rio de Janeiro
Oradan Arjantin’e uçtum: 9 Temmuz caddesi ve tangolarıyla ünlü, rüya gibi bir kent Buenos Aires…
Fakat o zamanlar başta Peron var. Peron’a karşı durup da yakalananların sonlarının ne olduğu belli değil. Hatta seneler sonra Jack Lemmon’ ın “Missing” filmi kayıp oğlunu arayan çaresiz bir babayı anlatıyordu. Ben ise tam deyim yerindeyse deli-kanlı, sanki kırk yıllık gazeteci gibi gördüğüm anarşist yazıları, kurşunlanmış binaları çektim. Memlekete dönünce durumumun ciddiyetini ancak anlayabilmiştim.
Buenos Aires ve Peron..
(Küçük resimlerin üzerine tıklayarak büyütebilirsiniz)
Buenos Aires’ten sonra yolum Şantiago’ ya uzandı. Şili o zamanlar dahi şarap üretiminde ileriydi. Vina del mar, Val Paraiso gibi sahil kentlerini gezdim. Oradaki gördüğüm yapılar ancak seneler sonra Türkiye’de inşa edilecek Kuşadası, Antalya’nın oluşumunun öncüleri idi. Otobüslere balık istifi binildiğini, hatta arkalarına bile asıldığını unutmamak gerek..
Daha sonra ver elini Peru : Başkent Lima o zamanlar İstanbul’ dan daha gelişmişti. Fakat 1990′ da 2. kez gittiğimde bizim onları çoktan geçmiş olduğumuzu memnuniyetle gördüm. Peru halkı sevecen, yardımsever ve az şeyle mutlu olmasını bilen bir topluluk.
Santiago’ da Otobüs yolculuğu ve Türk Banyosu
( Bangkok’ takilerle karıştırmamak gerek)
(Küçük resimlerin üzerine tıklayarak büyütebilirsiniz)
Peru’ dan sonraki durağım Tahiti oldu. Birçok küçük adadan oluşan bu ülkenin havaalanında en büyük en büyük adası olan Papeete idi. Adada Türkiye’nin de gerisindeki bir tarihe düşmüştüm sanki… Kaldığım otel güzeldi ama, otobüsleri bizden de kötü, tahtadan yapılmış kamyonlardı. Gauguin’ in senelerini geçirdiği Tahiti de benim hem gördüklerim, hem de yaşadıklarım tekrar dalgalandırmıştı düşüncelerimi.
Tahiti’ de kamyon kasasına oturtulmuş tahta kabin detayı ve Bora Bora mavisi
Bir motosiklet kiraladım ve ada turu yaptım. Zaten adanın çevresi topu topu 140 km. O arada otostop yapan bir yerli kızı aldım. Fakat kız beni motosiklette beni tutmuyor, düşecek gibi olmasına rağmen, belime iğreti bir şekilde dokunuyordu, sanki tiksinir gibi… Sordum:
-Neden bu kadar gerginsin diye? Cevabı çok ilginçti:
-Siz beyazlar bize medeniyeti öğreteceğiz diye buraya geldiniz, tüm kültür değerlerimizi yok ettiniz. Sizleri sevmiyoruz!”
Türk olarak konuyla ilişkim olmamasına rağmen, ben de turizmden nasibimi almıştım…
Ertesi gün Club Med’ in tatil köyü olan meşhur Bora Bora adasına gitmek istedim. Motora bindik, fakat yolculuk ücreti çok fahişti. Ama yapacak bir şey yoktu, çünkü tek seçenek o teknelerdi.. Yolculuk sırasında bir kola içmek istedim, “Ne kadar? “ diye sordum, cevap çok ilginçti:
-Biz misafirperver insanlarız sizlerden böyle bir şey için para alır mıyız?”
E tabii motor yolculuğu için uçak parası alırsan, içki parasını almasan da olur…))
Tahitili kızların hiçbiri güzel değil, hepsi şişko, göğüsleri sarkmış, dişleri çürümüştü…. Motorcuya sordum “Sizin güzel kızlarınız nerede?” Cevabı hayli ilginçti :
-Tüm güzel kızlarımızı filmciler aldılar, burada da yalnız şeker kamışı yemekten şişmanlamış ve dişleri çürümüşler kaldı…
İlk defa Bora Bora’ daki Club Med tatil köyünde genç görmedim; hepsi yaşlı Amerikalılardı halbuki o zamanlar dahi Türkiye’ye gelen GM’ ler genç yolculardan oluşuyordu.
Aslında konunun cevabı gayet mantıkiydi: Fransa’dan Tahiti seyahati, Türkiye’deki tatilin 5 misline çıkıyordu. Yani çulsuzlar bize, paralılar Tahiti’ ye gidiyorlardı. Hoş… şimdi de öyle değil mi?
Tahiti’ den sonraki durağım Tokyo idi. Orada da gördüklerim de bağnaz düşüncelerimi üçüncü kez değiştiriyordu. Tokyo’da insanlar karınca sürüsünü andırıyordu. Fakat ne metroda, ne de yolda birbirlerine saygısızlık etmiyorlardı. Bizdeki misafirperverliğin belki 10 mislini ben orada yaşadım. Bir adres sorduğunuzda çekik gözlüler sizi taa aradığınız yere kadar götürüyorlar, sonrada size teşekkür ediyorlardı ve düşündüm:
“Biz misafirperverliğimizle övünüyoruz; acaba haklı mıyız?” diye..
Tokyo’da taa 1970’lerde insanlar hasta oldukları zaman maske takıyorlardı. Bizim ancak hastanede gördüğümüz maskeleri onlar saygıdan, mikrop kendilerine ve başkalarına bulaşmasın diye sokakta takıyorlardı. Düşünün, bundan 40-50 sene önce.
İlk defa Toyota arabalarla da Tokyo’ da tanıştım; bizde ve Brezilya’da koca amerikan arabaları revaçtaydı ve benzini yakmaz, yutarlardı. Japonlar daha o zamanlar küçük tasarruflu arabaları üretmeye başlamışlardı. Toyota, 30 sene sonra Türkiye’ye geldi…
Daha sonraki durağım Hong Kong’ tu. O ne ihtişamlı binalardı onlar: 30-40 katlı binalar mantarlar gibi, dip dibe yükseliyordu. Bangkok’ taki gibi burada da bir karışıklık, bir curcunadır gidiyordu sokaklarda… Çekçeklerle insanlar, insanları taşıyorlardı. 4. kez bakış açımı değiştirmek için zorlanıyordum..
Çekçek ve Hong Kong ( son resim bir gece eğlence arabasının geçişi)
Bu sene (2008) dünya oftalmoloji kongresinde renk körlüğüne uyguladığım lensleri anlatmak üzere yolum tekrar Hong Kong’a düştü. Eski Hong Kong’la yenisini karşılaştırmaya çalıştım. Artık ne çekçekler vardı, ne de Hong Kong ile anakarayı -Kawloon’ u- bağlayan Star Ferry isimli arabalı vapurlar… Hong Kong adası anakaraya denizin altından bir tünelle bağlanmıştı ve eski yıpranmış feribotlar mahzun bakışlarıyla istirahate çekilmişlerdi. Hatta, Hong Kong hava alanı o kadar büyüktü ki chek-in noktasından uçağın biniş noktasına hava limanının içinde trenle gidiyordunuz…
İlk gittiğimde büyük dediğim 30-40 katlı binaların yerine ise artık 130-140 katlıları yapılmıştı. Yenilerinin yanında eski binalar kötü giyimli sokak çocuklarına benziyorlardı… (Bakınız: Hong Kong sayfası)
Son durağım ise Bangkok’ tu. Hani bizde 100’lerce lira verip aldığımız orkideler, oralarda yerleri süpürüyordu ve hala da öyle… Bangkok’ ta eskiden tanıdığım bir Fransız grupla karşılaştım. Onlarla beraber yatan Buda, yüzen market gibi yerleri ve ne yazık ki Türk banyoları diye adlandırılan seks evlerini gezdim. Türk banyoları deyimi ancak 20-30 sene sonra azaldı. Ama gene tek tük rastlanıyor.
Bangkok kanalı ve Buda Heykelleri
Bangkok’tan sonra ver elini Paris, Paris’ten de İstanbul….
Vatanıma döndüm ama düşüncelerim allak bullak olmuş, fikirlerimin çoğu değişmişti:
Türkiye, benim için dünyanın merkezi değildi artık!
Bizden çok daha değişik, bizden çok daha iyi, bizden çok daha medeni ve geri memleketler vardı.
Bizim yapmamız gereken de bu ülkelerde iyi olanlarını almak, kötü olanlarını onlara bırakmaktı.
Bina yapmak toplumu geliştirmiyor, çok çocuk yapmak işi daha da zorlaştırıyor. Önemli olan yavrularımıza düşünme ve değerlendirme yetisi verebilecek bir eğitim sistemi..
Ama geçen senelerde ne yazık ki toplumumuz ileriye gideceğine, yoluna geri geri adımlarla devam ediyor ne yazık ki..
Not: Anlattığım Dünya Turu’ nun videosu altta izleyebilirsiniz. (Süre: 15′)
Not: Resimler, gençlerin hatırlayamayacağı super8 makineyle çekilen filmden alındığı için -doğal olarak- siliktir.
Küçük resimlerin üzerine tıklayarak büyütebilirsiniz