Yasin Suresi’nin Düşündürdükleri
Yorumu altta..)))
Bismillâhirrahmânirrahîm.
1. Yâ Sîn.[1]
2,3,4. (Ey Muhammed!) Hikmet dolu Kur’an’a andolsun ki, sen elbette dosdoğru bir yol üzere (peygamber) gönderilenlerdensin.
5,6. Kur’an, ataları uyarılmamış, bu yüzden de gaflet içinde olan bir kavmi uyarman için mutlak güç sahibi, çok merhametli Allah tarafından indirilmiştir.
7. Andolsun, onların çoğu üzerine o söz (azap) hak olmuştur. Artık onlar iman etmezler.
8. Onların boyunlarına demir halkalar geçirdik, o halkalar çenelerine dayanmıştır. Bu sebeple kafaları yukarıya kalkık durumdadır.
9. Biz, onların önlerine bir set, arkalarına da bir set çekip gözlerini perdeledik. Artık görmezler.
10. Onları uyarsan da, uyarmasan da onlar için birdir, inanmazlar.
11. Sen ancak Zikr’e (Kur’an’a) uyanı ve görmediği hâlde Rahmân’dan korkan kimseyi uyarırsın. İşte onu bir bağışlanma ve güzel bir mükâfatla müjdele.
12. Şüphesiz biz, ölüleri mutlaka diriltiriz. Onların yaptıklarını ve bıraktıkları eserlerini yazarız. Biz, her şeyi apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) bir bir kaydetmişizdir.
13. (Ey Muhammed!) Onlara, o memleket halkını örnek ver. Hani oraya elçiler gelmişti.
14. Hani biz onlara iki elçi göndermiştik de onları yalancı saymışlardı. Biz de onlara üçüncü bir elçi ile destek vermiştik. Onlar, “Şüphesiz biz size gönderilmiş elçileriz” dediler.
15. Onlar şöyle dediler: “Siz de ancak bizim gibi insansınız. Rahmân, hiçbir şey indirmemiştir. Siz sadece yalan söylüyorsunuz.”
16. (Elçiler ise) şöyle dediler: “Bizim gerçekten size gönderilmiş elçiler olduğumuzu Rabbimiz biliyor.”
17. “Bize düşen ancak apaçık bir tebliğdir.”
18. Dediler ki: “Şüphesiz biz sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık. Eğer vazgeçmezseniz, sizi mutlaka taşlarız ve bizim tarafımızdan size elem dolu bir azap dokunur.”
19. Elçiler de, “Uğursuzluğunuz kendinizdendir. Size öğüt verildiği için mi (uğursuzluğa uğruyorsunuz?). Hayır, siz aşırı giden bir kavimsiniz” dediler.
20. Şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi ve şöyle dedi: “Ey kavmim! Bu elçilere uyun.”
21. “Sizden hiçbir ücret istemeyen kimselere uyun, onlar hidayete erdirilmiş kimselerdir.”
22. “Hem ben, ne diye beni yaratana kulluk etmeyeyim. Oysa siz de yalnızca O’na döndürüleceksiniz.”
23. “O’nu bırakıp da başka ilâhlar mı edineyim? Eğer Rahmân bana bir zarar vermek istese, onların şefaati bana hiçbir fayda sağlamaz ve beni kurtaramazlar.”
24. “O taktirde ben mutlaka açık bir sapıklık içinde olurum.”
25. “Şüphesiz ben sizin Rabbinize inandım. Gelin, beni dinleyin!”
26,27. (Kavmi onu öldürdüğünde kendisine): “Cennete gir!” denildi. O da, “Keşke kavmim, Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikram edilenlerden kıldığını bilseydi!” dedi.
28. Kendisinden sonra kavmi üzerine (onları cezalandırmak için) gökten hiçbir ordu indirmedik. İndirecek de değildik.
29. Sadece korkunç bir ses oldu. Bir anda sönüp gittiler.
30. Yazık o kullara! Kendilerine bir peygamber gelmezdi ki, onunla alay ediyor olmasınlar.
31. Kendilerinden önce nice nesilleri helâk ettiğimizi; onların artık kendilerine dönmeyeceklerini görmediler mi?
32. Onların hepsi de mutlaka toplanıp (hesap için) huzurumuza çıkarılacaklardır.
33. Ölü toprak onlar için bir delildir. Biz, onu diriltir ve ondan taneler çıkarırız da onlardan yerler.
34,35. Meyvelerinden yesinler diye biz orada hurmalıklar, üzüm bağları var ettik ve içlerinde pınarlar fışkırttık. Bunları onların elleri yapmış değildir. Hâlâ şükretmeyecekler mi?[2]
36. Yerin bitirdiği şeylerden, insanların kendilerinden ve (daha) bilemedikleri (nice) şeylerden, bütün çiftleri yaratanın şanı yücedir.
37. Gece de onlar için bir delildir. Gündüzü ondan çıkarırız, bir de bakarsın karanlık içinde kalmışlardır.
38. Güneş de kendi yörüngesinde akıp gitmektedir. Bu, mutlak güç sahibi, hakkıyla bilen Allah’ın takdiri (düzenlemesi)dir.
39. Ayın dolaşımı için de konak yerleri (evreler) belirledik. Nihayet o, eğrilmiş kuru hurma dalı gibi olur.
40. Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzmektedir.
41. Onların soylarını dolu gemide taşımamız da onlar için bir delildir.
42. Biz, onlar için o gemi gibi binecekleri nice şeyler yarattık.
43. Biz istesek onları suda boğarız da kendileri için ne imdat çağrısı yapan olur, ne de kurtarılırlar.
44. Ancak tarafımızdan bir rahmet olarak ve bir süreye kadar daha yaşasınlar diye kurtarılırlar.
45. Onlara, “Önünüzde ve arkanızda olan şeylerden (dünya ve ahirette göreceğiniz azaplardan) sakının ki size merhamet edilsin” denildiğinde yüz çevirirler.
46. Onlara Rablerinin âyetlerinden bir âyet gelmez ki ondan yüz çeviriyor olmasınlar.
47. Onlara, “Allah’ın sizi rızıklandırdığı şeylerden Allah yolunda harcayın” denildiği zaman, inkâr edenler iman edenlere, “Allah’ın, dilemiş olsa kendilerini doyurabileceği kimselere mi yedireceğiz? Siz ancak apaçık bir sapıklık içindesiniz” derler.
48. “Eğer doğru söyleyenlerseniz, bu tehdit ne zaman gelecek?” diyorlar.
49. Onlar ancak, çekişip dururlarken kendilerini yakalayacak korkunç bir ses bekliyorlar.
50. Artık ne birbirlerine tavsiyede bulunabilirler, ne de ailelerine dönebilirler.
51. Sûra üfürülür. Bir de bakarsın, kabirlerden çıkmış, Rablerine doğru akın akın gitmektedirler.
52. Şöyle derler: “Vay başımıza gelene! Kim bizi diriltip mezarımızdan çıkardı? Bu, Rahman’ın vaad ettiği şeydir. Peygamberler doğru söylemişler.”
53. Sadece korkunç bir ses olur. Bir de bakarsın, hepsi birden toplanıp huzurumuza çıkarılmışlardır.
54. O gün kimseye, hiç mi hiç zulmedilmez. Size ancak işlemekte olduğunuz şeylerin karşılığı verilir.
55. Şüphesiz cennetlikler o gün nimetlerle meşguldürler, zevk sürerler.
56. Onlar ve eşleri gölgelerde koltuklara yaslanmaktadırlar.
57. Onlar için orada meyveler vardır. Onlar için diledikleri her şey vardır.
58. Çok merhametli olan Rab’den bir söz olarak (kendilerine) “Selâm” (vardır).
59. (Allah, şöyle der:) “Ey suçlular! Ayrılın bu gün!”
60,61. “Ey Âdemoğulları! Ben, size, şeytana kulluk etmeyin. Çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır. Bana kulluk edin. İşte bu dosdoğru yoldur, diye emretmedim mi?”
62. “Andolsun, o sizden pek çok nesli saptırmıştı. Hiç düşünmüyor muydunuz?”
63. “İşte bu, tehdit edildiğiniz cehennemdir.”
64. “İnkâr ettiğinizden dolayı bugün girin oraya!”
65. O gün biz onların ağızlarını mühürleriz. Elleri bize konuşur, ayakları da kazandıklarına şahitlik eder.
66. Eğer dileseydik, onların gözlerini büsbütün kör ederdik de (bu hâlde) yola koyulmak için didişirlerdi. Fakat nasıl görecekler ki?!
67. Yine eğer dileseydik, oldukları yerde başka yaratıklara dönüştürürdük de ne ileri gidebilirler, ne geri dönebilirlerdi.
68. Kime uzun ömür verirsek, onu yaratılış itibariyle tersine çeviririz (gücünü azaltırız). Hâlâ düşünmeyecekler mi?
69. Biz, o Peygamber’e şiir öğretmedik. Bu, ona yaraşmaz da. O(na verdiğimiz) ancak bir öğüt ve apaçık bir Kur’an’dır.
70. (Aklen ve fikren) diri olanları uyarması ve kâfirler hakkındaki o sözün (azabın) gerçekleşmesi için Kur’an’ı indirdik.
71. Görmediler mi ki, biz onlar için, ellerimizin (kudretimizin) eseri olan hayvanlar yarattık da onlar bu hayvanlara sahip oluyorlar.
72. Biz, o hayvanları kendilerine boyun eğdirdik. Onlardan bir kısmı binekleridir, bir kısmını da yerler.
73. Onlar için bu hayvanlarda (daha pek çok) yararlar ve içecekler vardır. Hâlâ şükretmeyecekler mi?
74. Belki kendilerine yardım edilir diye Allah’ı bırakıp da ilâhlar edindiler.
75. Onlar, ilâhlar için (hizmete) hazır asker oldukları hâlde, ilâhlar onlara yardım edemezler.
76. (Ey Muhammed!) Artık onların sözü seni üzmesin. Çünkü biz, onların gizlediklerini de açığa vurduklarını da biliyoruz.
77. İnsan, bizim, kendisini az bir sudan (meniden) yarattığımızı görmedi mi ki, kalkmış apaçık bir düşman kesilmiştir.
78. Bir de kendi yaratılışını unutarak bize bir örnek getirdi. Dedi ki: “Çürümüşlerken kemikleri kim diriltecek?”
79. De ki: “Onları ilk defa var eden diriltecektir. O, her yaratılmışı hakkıyla bilendir.”
80. O, sizin için yeşil ağaçtan ateş yaratandır. Şimdi siz ondan yakıp duruyorsunuz.[3]
81. Gökleri ve yeri yaratan Allah’ın, onların benzerini yaratmaya gücü yetmez mi? Evet yeter. O, hakkıyla yaratandır, hakkıyla bilendir.
82. Bir şeyi dilediği zaman, O’nun emri o şeye ancak “Ol!” demektir. O da hemen oluverir.
83. Her şeyin hükümranlığı elinde olan Allah’ın şanı yücedir! Siz yalnız O’na döndürüleceksiniz.
[1] . Bu harflerle ilgili olarak Bakara sûresinin ilk âyetinin dipnotuna bakınız.
[2] . Bu âyet şöyle de tercüme edilebilir: “Meyvelerinden ve kendi ellerinin yaptıklarından yesinler diye biz orada hurmalıklar, üzüm bağları var ettik ve içlerinde pınarlar fışkırttık. Hâlâ şükretmeyecekler mi?”
[3] . Bu âyette, Arapların “marh” ve “afar” adını verdikleri iki cins ağacı yaş hâlde iken birbirine sürterek ateş yakmalarına işaret edilmektedir.
Şimdi, önce ayetlerin mealini okuyalım, sonra düşüncelerimi mavi yazılar halinde sizlerle paylaşayım:
5,6. Kur’an, ataları uyarılmamış, bu yüzden de gaflet içinde olan bir kavmi uyarman için mutlak güç sahibi, çok merhametli Allah tarafından indirilmiştir.
15. Onlar şöyle dediler: “Siz de ancak bizim gibi insansınız. Rahmân, hiçbir şey indirmemiştir. Siz sadece yalan söylüyorsunuz.”
Gördüğünüz gibi Diyanet İşleri mealinde Kuran için “indirilmiştir” denmektedir. Aslında bu anlatım yanlış değil, ama en azından eksiktir. Doğrusunun “parça parça indirilmiştir” olması gerekir. Zaten diğer meallerde parça parça indirilmiştir anlamına gelen “inzal olmuştur” yazmaktadır ve doğrusu budur.
İnzal, “n,z,l” kökünden gelmektedir. Aynı şekilde, eskiden inmeye verilen ad “nüzül”dür. Nüzül, bir seferde inme demektir. Felcin eski tanımı olan nüzül hakikaten bir seferde iner ve hatırasını hemen bırakır. O da fark edeceğiniz üzere “n,z,l” kökünden gelmektedir. Yukarıdaki örneklere “nezle” yi de ekleyebiliriz. Nezle de “n,z,l” kökünden gelmektedir ve bir seferde inen burun akıntısını belirtmektedir. Ama Allah Kuranı uzun bir süre içinde parça parça indirdiği için nüzül kelimesini kullanmamakta, çok doğru olan inzal tarifini belirtmektedir. Bu incelikler ne yazık ki Türkçemizde yoktur. İşte Kuranın mucizelerinden biri de budur; tam olarak tercüme etmemiz çok zordur. Bu nedenle de kuranın tercümesi olamaz, ancak meali olabilir.
Bana göre de en iyi meal, dili günümüzde biraz eski ve ağır olmasına rağmen, Atatürk’ ün emriyle bu çalışmayı yapan Elmalılı Hamdi’ nin mealidir.
12. Şüphesiz biz, ölüleri mutlaka diriltiriz. Onların yaptıklarını ve bıraktıkları eserlerini yazarız. Biz, her şeyi apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) bir bir kaydetmişizdir.
Allah burada Kuran’ ı kendi katında hiçbir değişikliğe uğramadan Levh-i Mahfuz’da kaydettiğini ve dolayısıyla koruduğunu yazmaktadır. Peki, Kuran Peygamberimize inzal olduktan sonra da acaba aynı şekilde korunmuş mudur?
Şurası muhakkak ki Kuran tüm kutsal kitapların içinde en bozulmamışıdır. Fakat Alak suresi ile başlayan Kuran’ ı, surelerin yerini değiştirerek Fatiha ile başlatmak Allah’a karşı yapılmış bir iş değil midir?
Kullar tarafından surelerin başına eklenen “Bismillahirahmannirahim” sözleri Allah’ın kitabında değişiklik yapmak anlamına gelmez mi?
Bu konuda İlhan Eliaçık’ın açıklamalarını desteklediğimi sizlere söylemem gerekir. İlhan Eliaçık da Kuran’ ın inene kadar Allah tarafından korunduğunu belirtmekte, fakat Peygamberimiz, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Ali zamanındaki Mushafların derlenmelerinde benimle aynı kaygıları paylaşmaktadır.
36. Yerin bitirdiği şeylerden, insanların kendilerinden ve (daha) bilemedikleri (nice) şeylerden, bütün çiftleri yaratanın şanı yücedir.
Bu ayette insanların bilmedikleri birçok şey olduğunu ne güzel anlatıyor. Peygamberimiz zamanında daha keşfedilmemiş bazı canlıları biz asırlar geçtikten sonra ancak mikroskop kullanarak, deniz altında araştırmalar yaparak fark etmedik mi? Hâlbuki Allah bize bunu kutsal kitabında 1400 sene önce o zamanın insanlarının anlayacağı dil ile açıklıyordu.
Bazı ateistler, bilimin buluşlarını insanların yaptığını söylerler. Tabiatıyla buluşları insanlar yapmaktadır; ama o bilgiler Allah katında ezelden beri zaten vardı. Eğer Yüce Yaratan bize izin vermeseydi, acaba insanoğlu o buluşları yapabilir miydi?
Bu şekilde düşünenler olaya çok dar çerçevede baktıklarını ne zaman fark edecekler acaba?
Biz ancak Allah’ın bize müsaade ettiği bilgileri, zaman içinde ve belirli bir sıra ile öğrenebiliyoruz ve kendimizi Tanrı’ nın yerine koyarak Allah’ın olmadığını varsayımı gafletine düşüyoruz.
Naçiz düşünceme göre, kâinatta mutlaka bizden ileri düzeyde zekâya sahip varlıklar mevcuttur. Uçan daireler ve başka yollarla, o varlıkların bizim dünyamızı ziyaret ettiğine inanıyorum. Ama insanoğlu daha Mars’ a gidememişken, kendini birçok şeyin mucidi sanıp, böbürleniyor. Ne büyük gaf!
Bu konuda en güzel açıklamaları Einstein yapmıştır. Bakın geçen asrın en büyük âlimi, inancın, bilimden üstün olduğunu ne yalın bir şekilde açıklıyor:
- “Bilimin bittiği yerde, inanç başlar.”
- “İlimsiz din topal, dinsiz ilim kördür.”
- “Bilimin açtığı her kapının ardında insan Tanrı’yı daha iyi görebilmektedir.”
- “Tanrım, Bana değiştirebileceğim şeyler için cesaret, Değiştiremeyeceğim şeyler için sabır, Ve her iki şey arasındaki farkı anlayabilmek için bilgelik ver.”
- “Dünyanın Kainat’taki biricik meskûn yer olduğunu farz etmek bile düpedüz cehalettir. Yetkili kişileri “uçan daireler yoktur” iddiasına sürükleyen tabii bir korku veya beşeri bir kibir ve azamettir…”
- “Şu kâinatın akla dayandığı veya en azından anlaşılır olduğu kanaati (ki bu, dini duyguya yakındır) bütün bilimsel çalışmaların temelini teşkil eder. Bu kanaat, aynı zamanda benim Tanrı anlayışımı oluşturur.”
37. Gece de onlar için bir delildir. Gündüzü ondan çıkarırız, bir de bakarsın karanlık içinde kalmışlardır.
Gündüz ve gecenin birbiri ardına gittiğini o zamanın cahil araplarına ne kadar güzel bir dil ile anlatmıştır: hem karanlık içinde kaldıkları, hem de insanoğlunun buna karşı hiçbir şey yapamadığı daha güzel anlatılamazdı…
38. Güneş de kendi yörüngesinde akıp gitmektedir. Bu, mutlak güç sahibi, hakkıyla bilen Allah’ın takdiri (düzenlemesi)dir.
İnsanoğlu 17. yy’a kadar dünyanın dönmediğini, güneşin dünya etrafında hareket ettiğini zannediyordu. Demek ki insanların güneşin yörüngesini öğrenmesinden tam 1000 sene önce Allah bunu Kuran’ da açık seçik olarak M.S. 7. yy’da belirtilmiştir!
39. Ayın dolaşımı için de konak yerleri (evreler) belirledik. Nihayet o, eğrilmiş kuru hurma dalı gibi olur.
40. Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzmektedir.
Ayın yörüngesinin dairesel olmadığını artık biliyoruz. Bu eliptik hareketi şimdiki matematik bilgimiz ile tanımlayabiliyoruz ama, 7. yüzyıl dünyasında bu hareketi cahil araplara nasıl anlatılabilirdi? İşte Kuran’ ın bir başka mucizesi de budur: hurma dalı demiyor, “eğri hurma dalı gibidir” diyor. Yani ayın dünyamızdan zaman zaman uzaklaştığını, zaman zaman yakınlaştığını, o devrin insanlarına o zamanın anlayabilecekleri bir anlatımla sunuyor.
68. Kime uzun ömür verirsek, onu yaratılış itibariyle tersine çeviririz (gücünü azaltırız). Hâlâ düşünmeyecekler mi?
İnsan anne karnında “faetus” vaziyetindedir: yani eller ve dizler karna çekik, toparlanmış bir haldedir. Sonra dört ayak üzerinde emeklemeye başlar ve nihayet iki ayak üzerinde yürür.
Seneler geçer yaşlanır, beli bükülür ve aynı doğumunda olduğu gibi yuvarlak halde kalır, belki de yatalak olur ölür.
Olay yalnız fiziksel anlamda anlatılmamaktadır; nasıl çocuk annesine muhtaç ise, yaşı çok ilerlemiş biri de aynı bebek gibi bakıma muhtaçtır.
Son olarak, düşünce seviyesinde de benzerlik şaşırtıcıdır: nasıl ki küçükler bir olay sırasında fikir üretip, yorum yapamazlarsa, beyin hücrelerinin harabiyetine bağlı olarak ileri yaşta da insanlar unutkan olurlar, doğru düşünemezler ve yorum yapamazlar. Hele bir de buna Alzheimer gibi hastalıklar eklenirse, vay insanoğlunun haline…
Bir ayetin hayatı bu kadar güzel betimlemesini insan ancak hayranlıkla izleyebilir.
69. Biz, o Peygamber’e şiir öğretmedik. Bu, ona yaraşmaz da. O(na verdiğimiz) ancak bir öğüt ve apaçık bir Kur’an’dır.
Hakikaten arapça bilenler için Kuran bir mucizedir:
- Şiir değildir.
- Nesir hiç değildir.
- Edebiyat kitaplarında okuduğumuz yazılara da benzemez.
70. (Aklen ve fikren) diri olanları uyarması ve kâfirler hakkındaki o sözün (azabın) gerçekleşmesi için Kur’an’ı indirdik.
Kafir ne demektir?
Günümüz Türkiye’ sinde herkes kâfirin “Müslüman olmayan” tanımında birleşir. Hâlbuki kafir “k,f,r” kökünden gelir ve “üstünü örten” anlamını betimler.
Diyeceksiniz inanmayan ile üstünü örten arasında ne bağlantı var? Çok bağlantı var. Çünkü hak dinimiz Hz. Muhammed zamanında pırıl pırıl bir din idi. İslam’ ın üzerini birçok insan, asırlar boyunca, isteyerek veya istemeyerek örttü. Şimdilerde dinimiz bir şekilci hal aldı.
İşte her ne sebep ile olursa olsun, tertemiz Müslümanlığı bozan, yani İslamın gerçeklerini örten kişilere Müslüman görünümünde dahi olsalar Allah kafir demektedir.
Kafirin çoğulu küffar veya kafurundur: eskiler bilirler, ağrı kesiciler çıkmadan önce baş ağrısını geçirmek için şakaklara kâfurun sürerlerdi. Neden o merheme kâfurun denir? Ağrıyı örttüğü için, yani o merhem de bir kâfirdir.
Ben yapabildiğim kadar bu örtülerin kaldırılması için çalışıyorum ki saf, temiz İslam olabildiğince ortaya çıksın.
77. İnsan, bizim, kendisini az bir sudan (meniden) yarattığımızı görmedi mi ki, kalkmış apaçık bir düşman kesilmiştir.
İnsanın bir nutfeden yaratıldığı belirtilmektedir. Nutfe “içten asılı şey” demektir. Sözün büyüklüğünü fark edebiliyor musunuz?
Erkek ile dişi çiftleşiyor, dişinin yumurtası dölleniyor ve bu embriyo ana rahminde içten asıllı kalıyor.
Allah insanın bu şekilde meydana geldiğini o zamanın cahillerine başka türlü anlatabilir miydi?
Diyanet işlerinin tercümesinde sudan (meniden) deniliyor. Aslında bu meal, bana göre uygun değil, su sözü kesinlikle geçmiyor, meni ise embriyonun döllenmeden önceki durumunu yani yalnız erkek tarafını belli ediyor.
Halbuki nutfe diğer adıyla embriyo erkek ve dişinin birleşmesinden oluşan hücreyi tam olarak betimliyor. Bu mucize değil de nedir?
Diyanet işlerinin meali en azından eksiktir, hatta yanlıştır, hatta siz Arapça bilmeyenleri yanıltmaktadır.
80. O, sizin için yeşil ağaçtan ateş yaratandır. Şimdi siz ondan yakıp duruyorsunuz.[1]
Bu sureyi ilk okuduğum zaman herkes gibi ben de bildiğimiz normal ağaçtan ateşin oluşabildiğini düşünmüştüm. Hâlbuki bir zamanlar TGRT’ de Kuran mealini sunan Orhan Karmış Hocanın (Bulabilirseniz, Orhan Hocanın Kuran açıklamalı mealini herkese şiddetle tavsiye ederim) tarifi ile çok daha başka bir perspektif kazandı. Hocanın dediğine göre surede belirtilen yeşil ağaç, arap çöllerinde yetişen ve koparıldığı zaman dallarından su damlayan bir ağaçtı. Yani kurak ortamda yetişen kuraklığın karşıtı olan sulu bir ağaç.
Kuran mucizesi bu kadarla da bitmiyor; bildiğiniz gibi su ve ateş birbirini yok eden iki elementtir. Hâlbuki bu ayette belirtildiği üzere, o sulu ağaç, karşı elementin yani ateşin oluşmasını sağlayacak olan kaynak olmaktadır.
Bu kadar güzel tarifi siz başka hangi kitapta gördünüz?
Dr. Ahmet Girgin
Şubat 2010
[1] . Bu âyette, Arapların “marh” ve “afar” adını verdikleri iki cins ağacı yaş hâlde iken birbirine sürterek ateş yakmalarına işaret edilmektedir