Bir Başka Göz ile Ayasofya…
Küçük resimlerin üzerine tıklayarak büyütebilirsiniz
Önce ismini ele alalım:
Hristiyanlığın ilk devirlerinde önemli kiliseler dinin yayılması sırasında önemli görevler üstlenen veya öldürülen kişilere ithaf edilerek, onların adlarıyla isimlendiriliyordu. Ayasofya ise Sofya isimli bir Azizeye ithaf edilmemiştir; Aslında M.S. 126 yılında öldürülen aynı adda bir Azize vardır ; ama bina O’ na ithaf edilmemiştir. Yunancada Hagia Sophia İlahi Hikmet, Aziz Bilgelik demektir…
Bu arada, Ayasofya isminin verildiği ilk binanın şu anki bina olmadığını belirtmem gerekiyor; tarihçiler arasında ilk bina için bazı tartışmalar mevcuttur: bazılarına göre ilk bina IV. yy.da Büyük Konstantin tarafından, bazılarına göre Büyük Konstantin’in oğlu 2. Konstans tarafından yapılmış, bazılarına göre ise Büyük Konstantin tarafından başlanmış oğlu 2. Konstans tarafından bitirilmiştir. Bu bina İmparator Arkadius’un karısı Eudoxie’ye karşı geldiği için sürgüne gönderilen Patrik Yohannes Krisostom nedeniyle 404 yılında çıkan halk ayaklanmasında yakılmıştır.
İkinci ve/veya üçüncü bina ise 2. Teodosius tarafından 415’te mimar Rufinos’a inşa ettirilmiştir. Ve nihayet 532 senesine gelinir : 532 senesinin başında hipodrom da spor müsabakaları sonucu basit bir ayaklanma gibi başlayıp hızla yayılan Nika ihtilali patlak verir. Nika “zafer ” anlamına gelir ve o zamanki asiler ayaklanmanın zafer ile sonuçlanacağını düşündükleri için ” Nika ” çığlıkları atmaya başlarlar, ama kaçmaya yeltenen Jüstinyen’i karısı Teodora durdurur ve ordu komutanı Belizar’a emir vererek isyanı kanlı bir şekilde bastırtır; yani 6.yy.da 30.000 kişiyi kılıçtan geçirtir…..İşte o sırada Ayasofya tahrip olduğundan İmparator şu anki binayı inşa etmek üzere ister ; Bunda iki amacı vardır :
1- Nika ihtilalinden sağ salim kurtulduğu için Tanrı’ya şükretmek
2- Hazret-i Süleyman’ın mabedini geçerek tarihe ismini yazdırmak…
Bu nedenle zamanın iki büyük mimarını çağırır :
1- Tralles’li Antemius ki Tralles bu günkü Aydın’dır .
2- Milet’li İzidor ki Milet tarihte İyonya diye geçen 12 şehrin başıdır.
Peki, İyonya’ nın önemi nedir ?
Her şeyden önce Antik Yunan’ da kaba Dor sütunundan sonra daha zarif olan 2 sarmallı İyon sütunun ortaya çıkmasıdır..
Ayrıca Avrupalılar Yunanlılara Helen, Grek derken bizim Yunan dememizin nedenini altında bu dönüşüm yatar; yani iyon giderek yunan diye telaffuz edilir olmuştur Türkçe’ de..
Buna ek olarak İyonya, halen Türkiye sınırları içinde İzmir, Muğla civarının ismidir; biraz spekülasyon ile Avrupa Medeniyetinin beşiği Ege’nin Türk kıyılarıdır diyebiliriz…
Son olarak da M.Ö. 7.yy.ın sonlarında bu bölgede kurulan İyonya Okulu sayabiliriz ki bu ekole dahil olan bilim adamları arasında Milet’li Thales, Anaksimandos, Anaksimenes, Efes’li filozof Heraklit sayılabilir.
O zamana kadar mitolojik öykülere bel bağlayan okulların tersine, İyonya okulunun düşünce tarzı doğa olaylarını gözlemleme ve yorumlamaya, araştırma, astroloji, meteoroloji, biyoloji alanlarından derlenmiş bilgilere dayandırmışlardı. Ayrıca olayları anlamak için bir birleştirici ve ilk temel bulmak istemişler ve bunun için her biri kendine göre belli bir ögeyi belirtmişti; mesela Thales için bu eleman su idi. Bir olayı çözümlemek için ise iki karşıt ögeyi -su ve ateş veya hava ve toprak- göstermişlerdi. M.Ö. 5.yy.da Sokrates’in getirdiği yeni bir anlayışın ortaya çıkmasıyla bu düşünürlerin kuramları da geri plana itildiler.
Bu küçük saptamayı yaptıktan sonra biz yine konumuza dönelim :
Justinyen iki mimarı çağırır ve onlara Adem’den bu yana olmamış ve ilerde yapılamayacak kadar ihtişamlı bir binanın inşa emrini verir.
Bu iki büyük mimarın emrindeki 100 usta çalışan 10 000 işçi/çırağı denetleyerek tarihin ilk kubbeli bazilikasını inşa ederler .
O zamana kadar kiliseler düz veya eğimli bir çatı ile kaplanırken dünya da ilk defa Ayasofya’da yuvarlak bir kubbeden dikdörtgen bir mekana geçiş denenmiş ve bu geçiş pandantif veya küresel bingi adı verilen köşelerdeki eğimli üçgenler ile sağlanmıştır.
Ve bütün bunlar, 6. yy a göre devasa boyutta yapılmıştır ; binanın ana salonunun uzunluğu 77 m., genişliği 70 m. tüm bina uzunluğu 100 m. dir; bunlardan daha önemlisi kubbenin yerden yüksekliği 55 m.yi aşmaktadır: eğer şimdiki evlerin her katının yüksekliğini 2,80 m.den hesap edersek hemen hemen 20 katlı modern bir binanın yüksekliğine erişmektedir.
Başka bir karşılaştırma yaparsak Paris’teki Notre-Dame kilisesinin ön yüzündeki çan kulelerini dikkate almayıp , ana yapının kendi yüksekliğini düşünürsek ( ki 47 m.dir ) izafi olarak Notre-Dame’ ın üzerini Ayasofya kubbesi ile örtebiliriz ; ve hatta üstte 10 m.ye yakın bir yükseklik daha kalır. Kaldı ki Ayasofya 6. yy. yapıtıdır, Notre-Dame 12-13. yy. yapıtı (1163-1245); yani Notre-Dame Ayasofya’dan tam 600 yıl sonra inşa edilmiştir. Notre-Dame’ın yapım süresi nerdeyse bir asır sürmüştür; halbuki Ayasofya’ nın ki hepimizi şaşırtacak kadar kısa…yani beş yıl on ay!
5 sene 10 ayda ; hem de yalnız kaba duvarlarıyla değil , mermer kaplamaları, dantel işli 107 sütun başlığıyla…yani 23 Şubat 532’de başlanan bina 27 Aralık 537’de bitirilmiştir…
Bu sanat şaheserinin açılışında Jüstinyen gururla şu sözleri söylemiştir :
“Bana böyle bir eseri yaratabilme gücü verdiğin için Tanrım sana şükürler olsun. Sayende Süleyman’ı geçtim!”
Ayasofya’yı incelerken, önce en önemli bölümü olan kubbesini ele almamız gerekir kanısındayım:
Çapı 31-33 m.arasında değişen bu bolüm ayrı bir mimari saheserdir : dünyada ilk defa bir şemsiye iskeleti gibi nervürlü bir kubbe yapılmıştır. Bu iskeletin arası ise Ytong tipi çok hafif bir tuğla ile örülmüştür. Özellikle Rodos adasından getirtilen bu tuğlaların 12 tanesi normal bir toprak tuğla ağırlığındaydılar. Tuğlaların hafifliği sayesine hem bu kadar büyük çaplı bir kubbe yapılabilmiş, hem de kubbenin olabildiğince yassı olması sağlanmıştır.
Başka bir deyişle ,kubbenin çapını ortalama 32 m. alırsak , yarım küre halinde olsaydı kubbenin iç yüksekliği 16 m. olması gerekirdi; halbuki iç yüksekliği 14 m.den azdır; diğer bir deyişle Ayasofya’ nın kubbesi dünyamızın ekvator / kutuplar arasındaki yassılığını yansıtmaktadır; ayrıca, çoğumuzun bildiği gibi mimari de yüksek kubbelere karşılık yassı kubbeler daha zor yapılır , çünkü yükseklik arttıkça kubbenin ağırlığı yere daha dikey inecektir, halbuki kubbe yassılaştıkça ağırlık kenarlara yönlenecek , böylece yan duvarlar üstten dışa doğru tazyik göreceğinden yıkılma tehlikesi artacaktır. Zaten böyle de olmuştur : 6 yy. ortalarındaki (15 Ağustos 553 , 14 Ocak 557 ve 7 Mayıs 559) zelzelelerde kubbenin kuzey-doğu ucu çökünce mimarlarından İzidor’un yeğeni Genç İzidor kubbeyi tamir etmiş, fakat tam yuvarlağını tutturamadığı için kubbenin çapı yukarıda değindiğim gibi 31 ile 33 m. arasında değişen oval bir yapıya dönüşmüştür. 9 Şubat 869 ve 26 Ekim 984′ teki yer sarsıntısı kubbenin bu sefer batı bölümünü, 1343 ve 19 Mayıs 1346’dakiler doğu kısmını tahrip etmiştir. Ayrıca 1509, 1766, 1894 zelzeleleri de hafif tahribat yapmıştır. Asırlar boyunca duvarlara baskı devam ettiğinden, 1317’de 2. Andronik, Osmanlı Devri’nde Mimar Sinan binanın kuzey ve güney kanatlarına istinat duvarları koyarak , binanın İstanbul’da meydana gelen zelzelelere dayanmasını sağlamıştır. Hatta sanat tarihi ile uğraşan kardeşlerimiz bilirler, Mimar Sinan kalfalık eseri olarak yorumladığı Süleymaniye Camii’nde Ayasofya’nın planını uygulamış, ve fakat Ayasofya’da mimarların yaptığı hataları tekrar etmemiştir. Bu sanat şaheseri de bir konferansa konu olacak kadar önemlidir…
Kubbe konusunda bir diğer önemli nokta vardır ki, genelde yazarlar bundan pek bahsetmezler:
Kubbenin iskeleti arasında 40 pencere vardır ki bunların içinde ki cam bölümlerine değişik yönlere doğru hafif eğim verilmiştir. Bu da, bilhassa güneşin doğuşu ve batışı sırasında yani güneş ışınlarının yeryüzüne paralel olduğu zamanlarda ışınlar bu cam parçaları tarafından yön değiştirdiklerinden çok değişik bir ışık oyunu meydana getirerek , pencereler arasında ki kirişleri neredeyse yok ediyorlar; ve böylece kubbe, binanın alt bölümünden ayrı gibi üstte asılı duruyordu ; belki şu anda bizlere çok önemli bir konu gibi gelmiyor ; ama eğer şöyle düşünürsek bu ışık oyununun önemi daha da artacaktır :
Şu anda esas kubbenin iç tarafında, En-Nur suresinin 35. ayeti yani “Allah göklerin ve yerin Nur’udur” yazısı bulunmaktadır. İşte bu yazının altında Hristiyanlık devrinden kalma bir İsa Mozaiği mevcuttur; yani o devirde binaya giren bir Hristiyan ne görüyordu?
20 katlı bir apartman yüksekliğinde azametli, hatta azametiyle insanı ezen bir bina, üstte kubbenin alt kısmında ışık oyunlarından dolayı çepeçevre bir boşluk ve bunun üzerinde hemen hemen hiçbir yere değmeyen ve sema ile bütünleşen kubbe ve içinde yukardan insanları kutsayan İsa peygamber!
Hristiyanlıkta İsa’nın Tanrı’nın oğlu ve aynı zamanda Tanrı olarak algılandığını, dolayısıyla neredeyse hiç bir yere değmeden göğü andıran kubbeden Tanrı’nın insanları kutsadığını düşünürsek içeri giren bir Hıristiyan’ın özellikle Hıristiyanlığın ilk devirlerinde bu görüntüden ne kadar etkilendiğini söylememe gerek var mı ?
Kubbenin haricinde 6.yy.da mimarların zelzelelerden korktukları için düşündükleri ince fikirleri yansıtmak istiyorum sizlere: bilhassa galeride görülen ve tuğlalar arasında yerleştirilmiş 3 x 15 cm. ebadındaki müteaddit cam parçaları aslında binanın bir çok bölümünde bulunmaktaydılar ve zelzele sonucunda kırılanlara bakılarak binanın tahribatını görüp tamirini kolaylaştırmaya yarıyorlardı. Aynı şekilde avizelerin altında da avizelerin tavandan asılı bulundukları yerlerin izdüşümlerini gösteren işaretler mevcuttur ; yer sarsıntıları sonucunda bina bir yöne meylederse -ki etmiştir- tamiri daha kolaylıkla yapılabiliyordu.
Mimari yönden bu kadar önemli bir yapını mermer bezemeleri de ayrı değer taşır: duvarlarda tabloları andıran 2 m. eninde 3 m. yüksekliğinde mermer plakaların kalınlığı çoğunlukla 4 cm.yi geçmez ; 6 yy.da mermer kesme makineleri yoktu , o koca mermer bloklarını o zamanın ustaları, ellerinde çekiç, keski ve kalemlerle santim santim düzeltmiş ve devasa mermer plakaları kırmadan tablo gibi duvarlara ve fil ayaklarına dikine yerleştirmişlerdir.
Ayrıca, binada 107 mermer kolon vardır ki aralarında dünyanın 7 harikalarından sayılan Efes Artemis tapınağı sütunları da bulunmaktadır; kolonların üzerindeki 107 sütün başlığı ise dor nizamındakiler gibi basit değil, hatta iyonik başlıklardan bile daha bezemeli, neredeyse dantel oyası gibi işlenmiş, göz nuru dökülmüş birer sanat şaheseridir…
Bilindiği üzere, o zamanlar belirli işleri kalfalar yapmakta ve çıraklar onlara yardım etmekteydiler, bu koca blokların kimin tarafından yapıldığı ise işaretler ile belli olmakta idi. Bazen bir kalfa işe başlıyor , fakat ömrü vefa etmeyince oğlu devam ediyordu; işte bu durumda ilk harfin yanına ikinci bir harf veya hat yardımıyla “….’nın oğlu” vs.. anlamına gelen işaretler konuluyordu. Daha çok üst katta, bir kısmı ise alt kat zemininde bulunan bu işaretler kontrolörler tarafından bina defterlerine yazılıyorlardı.
20. yy.da bizleri bile hayranlığa yönelten bu şaheseri zamanımızdan 14 asır önce, mermer bezemeleri ve dantel başlıklarıyla 5 sene 10 ay gibi kısa bir zamanda yapıp bizlere miras bırakmıştır; ben de 20. yy.da bile bizleri hayran bırakan bu eseri dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım.
Dr. Ahmet Girgin
22 Kasım 1993
FAYDALANILAN KAYNAKLAR :
1- Robert Mark ve Ahmet Ş. Çakmak, Hagia Sophia fom the Age of Justinien to the present, Cambridge University Press, 1992
2- Atilla Şalcıoğlu , Kişisel Konuşmalar, 1993
3- Haluk Bitek , ” ” , 1993
4- İsmail İşmen, ” ” , 1993
5- Un essai sur Istanbul, Turgut Serttaş, 1972
6- Prof. Ekrem Akurgal, Anadolu Uygarlıkları, Net Turistik yayınlar,1988
7- Sabahattin Türkoğlu, Ayasofya, Net Turistik Yayınlar, 1992
8- Haluk Y. Şahsuvaroğlu, Asırlar boyu İstanbul, Cumhuriyet Gazetesi Yayını, 1948 ?
9- Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü, Remzi Kitabevi
Küçük resimlerin üzerine tıklayarak büyütebilirsiniz