Nancy2
Bu bir turizm yazısı değildir.
Ayrıca, yazının başına bakıp da Nancy hakkında ilk yazıyı boşu boşuna aramayın lütfen. Çünkü yazı oğlum Cem’in okuduğu Nancy2 Üniversitesine atfedilmiştir.
Küçük resimlerin üzerine tıklayarak büyütebilirsiniz.
Galatasaray Lisesi’ ni bitirdiğim zaman Fransa hükümeti bana burs vermiş ve Marie- Curie Üniversitesinde okuma olanağı tanımıştı. Aynı zamanda Türkiye’de de tıbbiyeyi kazanınca Babamın “Doktor olursan, patronun olmaz” önerisi ile Türkiye’de kalmıştım. İyi mi yaptım, kötü mü yaptım? Tartışılır. Ama insan kendi kaderini, işte bu seçimlerle etkilemektedir.
Bir insanın oğlunun IQ’ sünün çok yüksek çıkması nasıl bir şeydir bilir misiniz?
İlk anda çok sevinirsiniz. Fakat sonra IQ’ sü 150’nin üzerinde olan bir çocuğun, yaşıtlarıyla anlaşamadığını görüp, üzülürsünüz. Buna karşılık IQ’ sü yüksek öğrenci öğretmenleri ile çok daha iyi anlaşır. Hiper-aktiftir. Ne zaman ne yapacağını bilemezsiniz; birden otoyola fırlayıp arabaların arasından bembeyaz olmuş suratınızla onu nasıl kurtardığınızı hatırlarsınız. Bir eve bakarken yavrunuzun saniyesinde evin en üst noktası olan bacanın tepesine çıktığını fark eder, onu oradan nasıl indireceğinizi düşünürsünüz. İşte benim yavrum böyle büyüdüğünden, onu hep fark ettirmeden, bazen de fark ettirerek kollamak zorunda kaldım. Şükür o devirler geçti. Türkiye’ de bir fakülte kazanamadı. Üniversite hazırlığı sırasında DJ hayali ile Taksim barlarına yönelince Şam Babasında tehlike çanları çalmaya başladı. Allah’ın sevgili kulu imiş ki, oğlum Cem’e internetten bir arkadaşı yol gösterdi ve Fransa’da okuma olanağı oluştu. Baba-oğul atladık uçağa, Nancy’ e gittik: aylardan Eylül. Okulun açılmasına bir kaç gün kalmış, tüm kiralık daireler tutulmuş… Sağ olsun Lisemizden mezun Murat Erpuyan Kardeşimiz yardımcı olmaya çalıştı. Fakat işlerinin çokluğunu fark edince biz kendi işimizi kendimiz yapalım diye, önce ev bulmak için bir öğrenci derneğine girdik. Tek bir daire bulabildik ve hemen o daireyi tuttum. Oğlum Türkiye’deki 180 m² evden çıkıp, 18 m² yere gireceğini görünce bozuldu. “Başlarım sana da, dairene de.. Eğer ileride daha iyi bir yer bulabilirsen, oraya geçersin” dedim: Türk öğrencileri yurt dışındaki evlerin bizdeki gibi lüzumsuz odalarla donatıldığını zannediyorlar. Neyse eve yerleştik; ama evin konumunu söylemeden geçemeyeceğim. Daire yolun bir kenarında, Nancy2 Üniversitesi yolun hemen karşısında, çaprazında bile değil.
İlk fotodaki işaretli bina, ilk gün bulduğumuz ev: karşısında Esso’ nun arkası ise Nancy2 Üniversitesi girişlerinden biri…
Zaten daireden çekilen son 2 resim bunu çok güzel kanıtlıyor, hatta yaya geçidi bile önünde..))
Gittik kayıt olmaya: fakat ne mümkün ön görüşme için kuyruk ta kapıya ulaşıyor. Ben de hastaneden almışım 2 gün izin. Ne yapayım diye düşünürken görüşmeyi yapan bayan bir ara odadan çıktı. Şam Baba olarak hemen yanına yaklaşıp, durumumu izah edince “O zaman siz saat 13.00’de gelin, ben yemek saatinde sizin işlemlerinizi yapmaya çalışırım” cevabını aldım. Acaba bizim resmi dairelerimizde bu şekilde düşünen bir idareci? Memur? bulabilir misiniz? Veya tanıdığınız var mı?
Böylece 1 gün içinde tüm işlemlerimizi bitirmiştik. Sorunlarımızı hallettiğimi söyleyince, Sevgili Murat Erpuyan’ın yüzündeki tatlı şaşkınlık ifadesini hala unutamam….
Cem’ e ilk okuma ültimatomunu şöyle verdim:
“Oğlum, ben fabrikatör değilim. Eğer sınıfta kalırsan bana söylemeden valizini toplar, tıpış tıpış geri dönersin.”
Cem gene bozuldu:
“Olur mu baba? Burada 8-10 senede okulu bitiren var”
Benden el cevap:
“Onların babasının ne kadar zengin olduğunu, nasıl para kazandıklarını ve nasıl harcadıklarını bilmeme imkan yok, ben sana şartlarımı sundum; seçim senin.”
Oğlumun biraz üzgün, biraz kızgın, biraz mahzun bakışları altında Türkiye’ye döndüm. Fakat şunu gururla söylemeliyim ki, bu sene Türkiye’ye gelişinde olgunlaşmış olan Cem bana şu açıklamayı yaptı:
“Baba iyi ki öyle söylemişsin, kendimi zorladım. Ama sene kaybetmeden okunabildiğini gördüm. Hayatımdan daha fazla sene kaybını engellediğin için sana teşekkür ederim.“ Bir baba için ne gurur verici bir cümledir bu…
Hadi, dönelim hikayemize:
1 sene sonra Cem: “Baba, buranın havası depresif; ben burada okuyamayacağım Montpellier’ de de aynı fakülte varmış, oraya geçebilir miyim?”
Bir yerde haklı idi, Nancy hakikaten küçük, soğuk, kasvetli bir şehirdi. Ama zaten Cem’ i oraya yerleştirmemin nedeni de okuldan kaytarmaması içindi.
İkinci bir neden daha olabilir; benim delifişek zamanlarımda bir cins-i latif için Nancy’ e gelip “Hotel De La Gare” daki 1-2 gecelemem! Belki de Cem Montpellier’li bir hatuna tutulmuştu da, onun için şehir değiştirmek istiyordu..
İlk gelişimdeki küçük bir hikayeyi de sizlerle paylaşmadan edemeyeceğim: Nancy’ e geldim, trenden indim elimde valizle giderken önümdeki iki delikanlının konuşmalarını duydum:
“ Yahu, tül perdede o sigara deliği nasıl açılmıştı?” ( O zamanlar, kampuslarına bir sapık dadanmış ve tül perdede sigara yanığı ile delik açıp, kız öğrencileri dikizliyormuş: bizimkiler de doğal ajan olarak bu olayı çözmeyi kendilerine görev edinmişler..))
Durakaldım; çünkü bu cümleyi çat pat bildiğim Fransızca’dan daha iyi anlamıştım. Sebebi de gayet basitti: zira, konuşanlar Türk’tüler. Hatta daha da iyisi, iki delikanlıdan birisi rahmetli Adnan Şensoy idi. Galiba diğeri de Refik Günkut idi. Öpüştük, koklaştık ve “Seni biz otelde bırakmayız” deyip, kızla buluşana kadar beni -yasak olmasına rağmen- Üniversite kampusunda misafir ettiler.
Neyse biz hikayemize devam edelim: oğlumu aldım Montpellier’ e yola çıktık. Lakin, orada da tüm evler tutulmuştu. Gene de şansımızı denemek için, “Genç Çalışanlar Derneği”ndeki sekreter kıza kartımı bırakarak “Yine de boşalma olursa bizi arayabilir misiniz?” dedim. Bu konuşma sabah 10-11 arası gerçekleşti. Herhalde ya ben, ya oğlum Allah’ın sevgili kuluyuz ki, kızcağız 14.00’ de bize telefon açtı. “Bir oda boşaldı, sizin de mağduriyetinizi gördüğüm için, kimseye haber vermeden önce sizi aradım.” 15 dakikada biz dernekteydik…. Boşalan tek oda Rapunzel’ in hapsedildiği kulenin en tepesindeki odanın aynısıydı ve Manastır’dan bozma dernek kapılarını saat 22.00’de kapatıyordu. Oğlum gene şarladı. “Ben burada kalmam”. Sebebi gayet basitti “Saat 22.00 den sonra dışarıda kalamayacak mıyım? Aslında benim istediğim de buydu. Gene aynı cevabı verdim: “Daha iyi bir yer bulursan taşınırsın.”
(Montpellier anıları için: girgin.org/montpellier )
Yine bir sene geçti. Ve oğlumla konuşmamda onun düzgün düşünmeye başlayan olgun bir delikanlı olduğunu hissettiğim bir cümlesini duydum:
“Baba burada hayat o kadar eğlenceli ve o kadar güzel kız var ki, burada kalırsam be okuyamam”. Bunun üzerine ve bu sefer oğlumun arzusu ile tekrar Nancy’ e geri döndük. Sağ olsun Murat Kardeşim de o andan itibaren oğlumu koruması altına aldı. O kadar ki artık oğlum ona da Baba diyor. Yani asıl Şam Babası benim, ama ikinci Babası Murat..
Oğlumun ikinci Babası ve Şam Babası
İkinci kez Nancy’ e dönüşünden sonra oğlum, artık “adam” gibi adam olmuştu. Onu ikinci kez ziyarete ancak, okulu bitmeye 1-2 ay kala gidebildim. Uçak Basel’ e indi; havalimanında ilk hoşuma giden, aşağıdaki resimlerde göreceğiniz üzere önce Türk bayrağının diğer ülke bayrakları arasında yer almasıydı. Eski itilen, kakılan Türk imajı Avrupa’ da hafifçe silinmeye başlamıştı gördüğüm kadarıyla… (Sene 2018 notu: Ne yazık ki artık, eskisinden fazla gümrüklerde itilir, kakılır olduk..((()
Havaalanındaki Fransız ve İsviçre Polis arabalarını yalnızca tel örgü ile ayıran foto oğlum Cem tarafından çekilmiştir.
Basel havalimanının asıl ismi: EuroAirport ( Basel Mulhouse Freiburg ). Çünkü İsviçre topraklarına inmenize ve İsviçre Avrupa Topluluğu üyesi olmamasına rağmen, ikinci kez gümrükten geçmeden, daha havalimanındayken Fransız gümrüğünden çıkıp, başka hiçbir şeyle uğraşmadan Mulhouse/Fransa’ya girebiliyorsunuz. Tabii aynı uygulama Freiburg/Almanya girişi içinde geçerli. Acaba benzer bir uygulamayı Türkiye-Bulgaristan-Yunanistan demiyorum, Türkiye-Suriye-Irak sınırındaki bir havaalanında da görebilir misiniz?
Oğlum ikinci babasından aldığı arabayla Şam Babasını karşılamaya gelmişti. Zaten ben İstanbul’daki o kötü pis sulu kar havasını bırakıp inmiştim. Oğlumu görmek fazlasıyla memnun etti beni. Yolda dertleşerek Colmar’ dan geçip Nancy’ e doğru giderken ne gördük? New York’ taki özgürlük heykelinin küçük bir kopyasını.. Daha öncelerdeki Paris yazımda belirttiğim gibi, Seine nehri üzerine aynı küçük kopyayı görebilirsiniz. (bakınız: http://www.girgin.org/paris1/ )
Eh burası da heykelin yapımcısı Auguste Bartoldi’ nin doğduğu şehir Colmar olduğuna göre, New York’ taki 90 m.lik heykelin 12 m.lik bir kopyası yakışırdı ve 2004’ te de yapmışlar zaten. Bildiğiniz gibi, Özgürlük heykelinin iç iskeletini Eiffel Kulesini yapan mimar Gustave Eiffel yapmıştır. ( Bu konuda daha fazla bilgi için: http://www.girgin.org/ozgurluk-heykeli/ ). Durduk tabii, hatıra fotoğrafı çektirdik ve yolumuza devam ettik. Akşam Murat ve ailesi tarafından krallar gibi ağırlandık. Ben de oğluma yaptıkları için kendilerine içten teşekkürlerimi sundum. Yorgun halimizle oğlumun son kiraladığı daireye gittik, uyuduk…
Fransızlar burada şehir içi hızı 30 km ye indirmişler ve şehir içine de radar yerleştirmişler: 30 km ye kadar hızınız yeşil, hız limitini aşarsanız kırmızı ile uyarıyorlar
Ertesi gün, şehrin garından sonra Nancy’ de tek hatırladığım yer olan Stanislas Meydanı’ na gittik oğlumla. İlk gelişimde restorasyon halinde olduğu için göremediğim ve ismini anımsayamadığım Fransız hatun ile gittiğimiz kafede oğlumla oturup, geçmişimizin, geleceğimizin şerefine sıcak şaraplarımızı içtik. Hava kararınca da meydanın ortasındaki heykelin önünde Noel şarkıları söyleyen Nancy’ lileri dinledik.
Pazar günü ise, Avrupa’ ya her gidişimde uğramayı adet edindiğim “Chez Leon” deniz mahsulleri restoranına gittik. Biraz şehrin dışında olması nedeni ile taksiye mi binelim, otobüse mi derken ne görelim? Noel nedeni ile otobüsleri ücretsiz yapmışlardı: acaba değerli belediye başkanımız mı Fransızlardan mı kopyaladı? Yoksa Fransızlar mı Kadir Topbaş’ tan örnek aldı? Ne dersiniz?
Chez Leon’ da -oğlumun deyimi ile- senenin yemeğini yedik: ikimiz 5 kap değişik midye yemeği, 2 siyah bira ve bir büyük şişe kırmızı şarap tükettik. Verdiğimiz hesabı bile bile yazıyorum: 50 € yani sadece 200 TL. Acaba bu kadar leziz ve doyurucu yemeği Türkiye’de bunun iki misline yiyebilir miyiz? Ne dersiniz? Tabi konu buraya gelince ne kadar pahalı bir ülkede yaşadığımızı da tekrar anlamış oldum:
- ÖTV ve KDV ötelemesi ile dünyanın en pahalı arabalarını satın almak zorunda kalıyoruz.
- Dünyanın en pahalı arabalarını kullanırken, dünyanın en pahalı benzinini ödüyoruz.
- Dünyanın en pahalı doğal gazı da bizde.
- Dünyanın en pahalı elektriğini biz kullanıyoruz.
- Dünyanın en pahalı internet bağlantısı da bizde.
- Dünyanın en pahalı sabit telefonunu kullanmak zorunda bırakılıyoruz.
- Dünyanın en pahalı etini bize yediriyorlar.
İş bununla da bitmiyor. Bizde asgari ücret 600 TL, yurt dışında ise 600 € yani 1200 TL. Bu durumda gariban Türk milletinin alış gücü yurt dışındakinin yarısı oluyor. Yazdıklarımdan çıkan sonuç ise, yukarıdaki dünyanın en pahalı araba elektrik, benzin, doğalgaz, internet kullanımı ücretlerini alım gücüne bağlı olarak 2 ile çarptığınızda evrenin en pahalı ülkesinde yaşıyoruz haberimiz yok! Ve değerli idarecilerimiz, benzini 5 TL ye çıkacaklarını söylüyorlar da, gıkımız çıkmıyor: bir gün sıra size/bize de gelecek…
3. resimde oğlumun arkasındaki yazı:
” Dinlenme mekanı: -yalnızca konulara iyi yönden yaklaşan- karakterli insanlara aittir” diyor..))
Basel’ e Epinal üzerinden döndük. Temiz, soğuk, karlar arasındaki dağları aşarak, romantik yollardan geçerek vardık. Zaten iyi rehber turistini iki kez aynı yoldan geçirmez, değil mi? Manzara şaheserdi. Şoförüm, rehberim, oğluma tekrar teşekkür ederim.
Hayatın, kaderin ve babalık gereklerini yaptığıma inanıyorum artık…..
Dr. Ahmet GİRGİN
Aralık 2010
Düzenleme: 2018
Küçük resimlerin üzerine tıklayarak büyütebilirsiniz.