Gezi münasebetiyle 1915 Gelibolu Savaşları
Bir Gezi münasebetiyle 1915 Gelibolu Savaşları
2-3 senedir Galatasaraylılar Derneği’nin düzenlediği Çanakkale Şehit ve Gazilerimizi anma gezisinin çok güzel geçtiğini duyduğum için, gitmek istiyordum. Ayrıca Anzaklar’ ın şehitlerini anmak için gösterdikleri çaba, bizimde bu yerleri görüp öğrenmemiz konusunda vicdanımı rahatsız ediyordu (bakınız: : Asil Anzaklar ve Bizim İdarecilerimiz…)
Geziden önce bir çok yanlış bildiğim konuyu Gelibolu Savaşları hakkında çok geniş bilgisi olan, rehberimiz Selçuk Kumbasar’ dan öğrendiklerim ile düzeltme imkanı buldum. Bunları sizlerle paylaşmak isterim ama önce; hakikaten bir strateji savaşı olan “Çanakkale Geçilmez” den bahsetmem gerekiyor.
Aslında Çanakkale Savaşı 19 Şubat 1915 deniz savaşı ile başlamış ve sadece 9 Ocak 1916 da düşman askerinin çekilmesiyle sonlanmıştır; yani savaş, 1 sene bile sürmemiştir! Halbuki yaşanan olaylar öyle 11 aya sığdırılacak kadar basit ve az değildirler!
18 Mart 1915 Deniz Savaşı
“ Denizlere hakim olan dünyaya hakim olur.” düşüncesiyle hareket eden İngilizler, boğazları ele geçirmek için donanmanın yeterli olacağına inanıyorlardı. Bahriye Nazırı Churchill’in planları Akdeniz filosu komutanı Amiral Carden tarafından da desteklenince, Lord Fisher’ın şüpheli gördüğü bu harekâtın donanma ile yapılmasına karar verildi. Tarihinde hiçbir yenilgi almamış olan İngiliz donanmasının silah, teknoloji ve başarı açısından kendine güveni tamdı. Dünyanın yenilmez donanması, Fransa’nın da desteği ile dünyanın en büyük armadasını oluşturuyordu. Bu donanmaya karşı gelebilecek hiçbir güç düşünülemezdi. Hele ki yıpranmış, teknoloji açısından zayıf ve parçalanmak üzere olan Osmanlı, bu armada ile asla baş edemezdi.
İtilaf Devletleri’nin deniz harekâtı 19 Şubat 1915’te başladı. 13 Mart 1915’e kadar düşman gemileri tabyaları top ateşine tuttu, mayın tarama gemileri olabildiğince yol açtı. Boğazları zorlayarak geçebileceklerine inanan düşman kuvvetlerinin, kararlı ve dirençli bir karşılık almaları bu işin o kadar da kolay olmadığını gösteriyordu. Bir ay boyunca yapılan binlerce mermi atışının ardından çok da büyük bir gelişme elde edilememişti.
İtilaf devletleri, kısa bir aranın ardından bir sonraki saldırıyı 18 Mart’ta gerçekleştirmişlerdir.
18 Mart sabahı Bozcaada’dan yola çıkan İngiliz ve Fransız gemileri Çanakkale Boğazı’nın başlangıcında 3 sıra halinde dizilmişler ve hem Anadolu, hem Avrupa yakasına şiddetli ateşe başlamışlardır. Ama düşman gemilerinin gelişinden önce, Nusret Mayın Gemimiz Çanakkale Boğazındaki akıntıları, darlıkları, geçiş yönlerini hesap ederek çok akıllı bir şekilde mayınlarla döşemiştir.
Aşağıda göreceğiniz üzere tarihimizde önemli bir yer alan Nusret Mayın Gemisi düşüncemin tersine küçük bir vapuru andırıyor. Şimdilerde tıpa tıp kopyası yapılmış olan gemiyi Çanakkale Limanı’nda görebilirsiniz ve görmeniz de gerekir. Anlatıldığına göre geminin kıçındaki mayınlar denizin 10-15 m altına yerleştirildiğinden, gemiler tarafından fark edilmiyorlarmış. Fakat bu mayınlara çarpma o gemilerin, dolayısıyla içindeki askerlerin ölümü ile sonuçlanıyormuş. İşte 18 Mart 1915 günü düşman gemileri Çanakkale’ye girmek istemişler, lakin hem mayınlar, hem de topçumuzun isabetli atışları sayesinde Çanakkale Boğazı’nda fazla ilerleyememişlerdir.
Bu haritadaki üçgen şekiller, 1. sırayı oluşturan İngiliz gemilerini göstermektedir: Queen Elizabeth, Agamemnon, Lord Nelson ve Inflexible.
Kareler ile gösterilen ve 2. sırayı meydana getiren gemiler ise İngiliz ve Fransızlardan oluşmaktadır: Majestic, Charlemagne, Suffren, Gaulois, Bouvet ve Swiftsun.
3. sırada yine İngilizler vardı: Vengeance, Irresistible, Albion ve Ocean.
Haritada gördüğünüz kırmızı noktalar döşenen mayınların yerlerini göstermektedir. Boğazın güney doğusundaki kıyıya paralel dizilen mayınlara ilk anda bir anlam verememiştim. Hâlbuki askeri deha burada kendini belli ediyordu: üst taraftaki mayınlardan çekinen düşman gemileri, geçici olarak İntepe önündeki koya çekilmişler ve kıyıya paralel mayınlar, İngiliz Ocean ile Irresistible, Fransız Bouvet gemilerini batırmıştır, ayrıca İngiliz Inflexible ve Fransız savaş gemileri Suffren ve Gaulois çok ağır hasar almalarına neden olmuştur!
Eğer Çanakkale Boğazı’nı işaret parmağımız olarak algılarsak, düşman gemileri birinci boğuma kadar bile ulaşamamışlar ve tekrar Bozcaada yakınlarına çekilmek zorunda kalmışlar.
İngiliz ve Fransızlar baktılar ki Çanakkale’yi gemilerle geçemiyorlar, o zaman Gelibolu Yarımadası’na karadan çıkartma yapmayı düşünürler.
25 Nisan 1915 İlk çıkartmalar
İlk çıkartmalar 25 Nisan 1915 tarihinde Gelibolu Yarımadası’nın güney ucuna 5 koldan yapılır. Ama karadan da gene parmağın birinci boğumuna kadar bile ulaşamazlar. Burada geçen savaşlar Türkler ile İngilizler, Fransızlar arasında 300 –500 m’lik toprağın alınıp, geri verilmesi şeklinde süregelmiştir. 25 Nisan 1915’te Anzakların Türkleri yanıltmak amacı ile Arı Burnuna yaptıkları yalancı çıkartma da bir işe yaramamıştır ve güneyde Ertuğrul Koyu savunmamız düşmana ilerleme fırsatı vermemiştir; bunu çok basite almamak gerekir, çünkü Ertuğrul Koyu’na 1500 düşman askeri çıkarken, burayı savunan Türk askeri 150-160 kişi kadardır. Yani bir Türk askeri 10 düşman askerini durdurabilmek için canla, başla savaşmış son iki kişi kalıncaya kadar da, savunma böyle süregelmiştir. 10 düşmana 1 Türk oranı yalnız Ertuğrul Koyu için değil, sahildeki neredeyse tüm siperler için geçerliydi. Bu çıkartmadan da istediklerini elde edemeyen İngiliz ve Fransızlar, bu sefer 6 Ağustos 1915’te Arı Burnu ve Suvla’ya çıkartma denemişlerdir.
6 Ağustos 1915 Suvla Çıkartması
Bu çıkartma ise İngilizlerin Yeni Zelanda ve Avusturalya askerlerinden oluşan, Anzakların (ANZAC: Australian and New Zealand Army Corps) yapmaya çalıştığı 40 bin kişilik büyük bir taarruzdur. Bizim Arı Burnu diye bildiğimiz yerin hemen kuzeyindeki şimdilerdeki adı ile Anzak Koyu’na çıkartma yapmak istemişler ve bu tarihe kadar Çanakkale Savaşı’nda hiç bahsedilmeyen Mustafa Kemal’in dehası burada devreye girmiştir.
Atatürk’ ün kendisi de durumu izlemek üzere Conk bayırı’na çıktığında,, Arıburnu kesiminden bazı askerlerin çekilmekte olduklarını ve düşman birliklerinin de bunları izlediklerini görür…
O anı Mustafa Kemal, Ruşen Eşref Ünaydın ile yaptığı görüşme sırasında şöyle anlatmaktadır.
“… Bu esnada Conk bayırının güneyindeki 261 rakımlı tepeden sahilin gözetleme ve korunmasıyla görevli olarak orada bulunan bir müfreze askerin Conk bayırına doğru koşmakta, kaçmakta olduğunu gördüm… Bu askerlerin önüne kendim çıkarak:
-Niçin kaçıyorsunuz? dedim.
-Efendim düşman dediler!
-Nerede?
-İşte! diye 261 rakımlı tepeyi gösterdiler.
Gerçekten de düşmanın bir avcı kuvveti 261 rakımlı tepeye yaklaşmış ve tam bir serbestlik içinde ileriye doğru yürüyordu. Şimdi vaziyeti düşünün. Ben kuvvetleri (geride) bırakmışım, askerler on dakika istirahat etsin diye… Düşman da bu tepeye gelmiş… Demek ki düşman bana benim askerlerimden daha yakın! Ve düşman benim yere gelse kuvvetlerim çok kötü bir duruma düşecekti. O zaman artık bilemiyorum, bilinçli bir düşünme ile midir, yoksa önsezi ile midir, bilmiyorum. Kaçan askerlere:
– Düşmandan kaçılmaz, dedim.
– Cephanemiz kalmadı, dediler.
– Cephaneniz yoksa süngünüz var, dedim.
Ve bağırarak bunlara süngü taktırdım. Yere yatırdım. Aynı zamanda Conk bayırına doğru ilerlemekte olan piyade alayı ile dağ bataryasının yetişebilen askerlerinin ‘ marş marşla’ benim bulunduğum yere gelmeleri için yanımdaki emir subayını geriye yolladım. Bu askerler süngü takıp yere yatınca, düşman askerleri de yere yattı. Kazandığımız an, bu andır…”
Gerçekten de, çekilen Türk askerleri mevzi alınca, karşı taraf ta mevzi alıp duraklar. Böylece, 57. Alay Öncü Bölüğü’nün Conk Bayır’ına yerleşmesi için gereken süre kazanılmış olur. İşte bu an, Çanakkale Savaşları Kara Harekâtının kaderini belirleyen önemli anlardan birisidir. Böylesine önemli anda kilit rolü oynayan kişi ise, tartışmasız Mustafa Kemal’dir. Bu husus, Çanakkale Savaşları tarihiyle uğraşan Türk ve yabancı bütün uzmanlar tarafından doğrulanıp vurgulanmaktadır.
Daha sonra, Kolordu Komutanı Esat Paşa’nın izniyle, 27. Alay’dan geri kalan birlikleri de emrine alan Tümen Komutanı Mustafa Kemal, karşı saldırıya geçmek üzere 57. Alay’a şu emri verir :
“ Ben size taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında, yerimize başka kuvvetler ve komutanlar kaim olabilir.”
Anzaklar bizlere bu bölgede çok büyük kayıp verdirmişlerdir. Hatta bir muharebe sırasında şehitlerin toplanamayan cesetleri o kadar kötü kokmaya başlamış ki, Anzakların önerisi ile geçici ateşkes yapılmış ve ancak o şekilde şehitler gömülebilmiştir.
Ama yine de Gelibolu topraklarının içlerine giremeyince, düşman birlikleri 9 Ocak 1916’da çekilme kararı almışlardır. İşte tarihi değiştiren, bizim özgürlük içinde yaşayabilmemiz Gelibolu topraklarını canla, başla savunan ve 100 bin kadar şehit veren imanlı askerlerimiz sayesinde olmuştur. Yoksa gökten inen beyaz sakallı ulemaların yol göstermesiyle değil…
Çanakkale Savaşının tasarımcısı görkemli Britanya İmparatorluğu’nun kibirli Bahriye Bakanı Winston Churchill, tam 21 yerinde Mustafa Kemal’den söz ettiği, toplam 1668 sayfalık üç cilt, “The Great War” adlı kitabının 659. sayfasında şöyle yazıyor:
“At the head of the 19th. Division there stood in this strange story, a Man of Destiny, Mustapha Kemal Bey”
Türkçesi:
“Bu garip öyküde, 19. Tümenin başında, Geleceği Yazan Adam, Mustafa Kemal Bey bulunuyordu”
Churchill’in toplam 1668 sayfalık üç cilt “Büyük Savaş” kitabında Alman General Liman von Sanders’ in adı sadece 6 kez geçiyor, komuta kademesinde Mustafa Kemal’den çok üstlerde bulunan Vehip Paşa, Cevat Paşa ve Esat Paşa’ların esamisi bile okunmuyor!
Peki, Churchill, sözü edilecek 33 komutan varken neden tutmuş da 34. sıradaki Mustafa Kemal’i öne çıkarmış? Hem de o çok kibirli Churchill’in Mustafa Kemal’i tanımlarken kullandığı deyime bir bakar mısınız: Man of Destiny, Geleceği Yazan Adam! (Alıntı)
İlk günkü gezimizde Ertuğrul Koyu’nda iki tabya gördük. Oradaki toplardan birinin ucu gelen bir mermiden dolayı eğilmişti, resme dikkat ederseniz fark edebilirsiniz. Aynı bölgede Yahya Çavuş Anıtı da vardı. Buradaki şehitliğe de rehberimizin açıklamasına göre –yanlış olarak- Yahya Çavuş Şehitliği adı verilmiş, halbuki Yahya Çavuş şehit olmamış, savaştan sonra köyünde yaşamına devam etmiş ve Atatürk’ün emri ile de ömür boyu da maaş bağlanmıştır.
Çanakkale Şehitleri Abidesi ise, aslında Türk askerinin bulunmadığı, savaş sırasında daha çok Fransız ve İngilizlerin elinde olan topraklara 1960 senedinde yapılmıştır. Burada acı olan, İngiliz ve Fransızların 1924 yılında yaptıkları şehitliklerine karşılık, bizlerin kendi topraklarımızda Şehit Abidemizi onlardan 50 sene sonra yapmış olmamızdır. Resimde göreceğiniz üzere Abidemiz şu anda restorasyonda ve önündeki tabelada yazdığı üzere, işlem Nisan ayında başlamış ve bizim gittiğimiz tarihte bitmesi gerekirken, ne yazık ki ancak tadilat yeni iskeleleri kurulmuştu. Ne zaman biter Allah bilir…
Fransız mezarlığı ve İngilizlerin şehitliklerinde neredeyse her bir mezarın üzerine isim yazılmış iken, bu toprakları kanları ile sulamış olan askerlerimizin isimleri şehitliğimizde toplu halinde plastik plakalara yazılmıştı. Bu durum, bizim şehidimize verdiğimiz önem açısından insanın içini sızlatıyor.
Ertesi gün Anzak Koyu’nu görmeye gittik. Anzaklar kendi miraslarına sahip çıkmışlar ve Koyu çok güzel düzenlemişler. Daha sonra 57. Alay Şehitliği’ne gittik ve Galatasaray Liseli şehitlerimizi anmak için, çelenk koyma işi bana ve en genç Galatasaraylıya düştü. İngilizlerin bize göre daha az kayıp vermelerine karşın Gelibolu’nun hemen her tarafında şehitlikleri mevcut. Bizim 57. Alay’ın şehitliğinin boyutu bile onların şehitliklerinden küçük. Sanki iki arada bir derede sıkıştırılmış gibi…(
Daha sonra Atatürk’ün askeri dehasının ortaya çıktığı Conk Bayırı’nı, siperleri ve Atatürk’e gelen bir kurşunun göğsündeki saate saplanmasının geçtiği tepeyi gördük. Ama bu tepede de -hiçbir şekilde Conk Bayırı kumanda merkezine sahip olmadıkları halde- bizden önce İngilizler anıtlarını dikmişler. Biz ise seneler sonra İngiliz’in anıtının yanına Atatürk’ün heykelin koyabilmişiz, keşke en azından koyduğumuz heykelin boyutu İngilizlerin anıtını aşabilseydi… Fotoğrafta göreceğiniz üzere ne yazık ki Atatürk’ün heykeli İngilizlerinkinden bile daha küçük kalmış.
Gezi bitiminde son yemeğimizi Gelibolu’da İlhan restoranda yedik ve güzel bir sürpriz olarak da, Hasan Yarım dünya ve ekibi bizi şarkıları ile uğurladı. Belçika TV’sine de çıkan Hasan Yarım Dünya’ nın fotoğrafta göbeğini gördüğünüz zaman soyadını tümüyle hak ettiğini anlayacaksınız. Benim aklıma takılan çakma Dolce Gabbana beyaz tişört, beyaz pantolon ve beyaz kemerinin altına siyah ayakkabı giymesi idi. Bunu uyumsuzluk olarak görürken, Galatasaraylılar Derneği başkanı Av. Tevfik Bilge’nin cevabı çok hoşuma gitti: “Abi, beyaz tişörtle beyaz pantolon arasında uyum sağlaması için, kemer beyaz, lakin ayakkabı, siyah klarnet ile uyum sağlaması için siyah!..”
Böylece tarihimizin eksik bildiğimiz bir sayfasının elimizden geldiğince düzeltilmiş, eğitici gezisi sonlanmıştı ve öğleden sonra İstanbul’a doğru yola çıktık…
Dr. Ahmet GİRGİN
Haziran 2011
Küçük resimlerin üzerine tıklayarak büyütebilirsiniz.