“Hiç”ler Diyarı..
Eskiden rehberlik yaptığım senelerde, Fransız turistler sorarlardı bize:
“Sizde yalnız zengin ve fakirler mi var? Orta halliler yok mu?”
Bu soruyu pek anlamazdım. Fakat Sudan’a gittiğimde aynı soru tokat gibi suratıma çarptı. Burada insanların ya hiçbir şeyi yok, ya da çok şeyi var; lakin hiçbir şeyi olmayanlar çoğunlukta, çok şeyi olanlar ise azınlıkta.
Sudan gerçek bir Afrika ülkesi. Geri kalmışlığın tüm belirtilerini bu ülkede görmek mümkün. Devlet düzenindeki eksiklikler her yerde ve her zaman olduğu gibi burada da bazı aksaklıklar doğurmuş. Bu aksaklıklar ülkede kimi garip, kimi ürkütücü, kimi de gülünç olan durumları yaratmış. Bu aksaklıklardan belki de en komiği Sudan’da yerleşmiş olan rüşvet kurumu.
Sudan da hiç mi namuslu memur yok?
Sudan’da halk rüşvete tiksintiyle bakıyor. Bu insanlara göre rüşvet çok çirkin, yanlış ve dahası haram. Özellikle haram kavramı bu insanları ileri derecede rahatsız ediyor. Bunda şeriatla idare edilmelerinin ve eskiden beri sert İslami kuralların etkisi büyük. Onun için rüşvet kelimesini duymak bile bu insanları çileden çıkartabiliyor. Bu durum hem rüşvet alması, hem de rüşvet vermesi olası kişiler için geçerli.
Ancak bazı işlerinin görülebilmesi için kamu görevlilerine, askerlere hatta valiye verilen ve adına “Teshilat” dedikleri bir ödeme var ve bu onlara göre gayet doğal bir şey. Bütün soru(şturma)larıma rağmen bunun rüşvetten ne farkı olduğunu öğrenemedim. Sanırım aynı şey, fakat rüşvet denince çok kızan insanlar, teshilat lafını duyunca son derece doğal karşılıyor, hatta bunun kamu memurlarının doğal hakkı olduğunu düşünüyorlar. Burada tüm işleyiş bu şekilde oluyor ve bu sistem içinde her şeyi yaptırmak olası.
Teshilat ödemenizi yaptıktan sonra, yapılmasını istediğiniz hizmetin kanunlara uyması da gerekmiyor! Yüksek bilince sahip Sudan memurları istediğiniz her işi kendilerince yasal bir düzleme oturtabiliyorlar. Ülkedeki kayıt sisteminin yetersizliği onlara oldukça geniş bir çalışma alanı sağlıyor. Öyle ki memurların yaptığı işlemlerin kayıtlarına sonradan ulaşabilmek ve memurları bu yolla kontrol altında tutabilmek neredeyse imkansız.
Ey teshilat, sen nelere kadirsin! Bazen gücüne inanmak hakikaten güç olabiliyor. Ama iyi ki varsın. Sen olmasan, neredeyse yok fiyatına çalışan Sudan Memuru nasıl geçinirdi? Sen olmasan, maazallah kanunlara filan uymak zorunda kalırlardı. Vay Sudan halkının haline o zaman !!!
Yani başka bir deyişle Turgut Özal’ ın “Memurum işini bilir!” sözü burada teshilat olarak karşımıza çıkıyor: işte geri kalmışlığın baş nedeni…
Burada bir arkadaşımdan gelen haberi eklemek istiyorum:
“değerli arkadaşlarım ,
size bundan 20 küsur sene önce sudan’da yaşanan bir olayı anlatayım . o yıllarda sudanda çok büyük oranda açlık ve açlıktan mütevellit ölümler meydana gelmekte idi.
b.m. bu duruma bir parça olsun çare olabilmek için sanırım 15 000 ton civarında bir un gemisini sudana yardım olarak yolladılar …sudanlılar 15 000 ton unun ithalat vergisini b.m. den tahsil etmeden gemiyi boşaltmamışlardı !!!!
::::)))))
işte böyle .
gel de amin maalouf ‘un “çivisi çıkmış dünyasını ” okuma ….
sevgilerle.
ahmet o.”
Hartum – Nyala arası 1.300 km. başka bir deyişle İstanbul – Kars arası mesafe uzaklığında. Bunun yarısından azında yol olduğunu ifade ediyorlar. Zaten tüm Sudan’da 15.000 km yol varmış. Yani memlekette hiç yol yok. Eğer uçak olmasa eski bedeviler gibi herhalde bu yolu 1 ayda kat edebilirdiniz. Hem yol olmadığından, hem de asi ve haydutlar olduğundan buraya malzeme çok büyük tekerlekli kamyonlarla taşınıyor. Seyahat esnasında kamyon kervanını askerler koruyorlar. Tabi bir ücret karşılığı. Yani aslında, bu paradan aslan payını kapan idareciler, Darfur ile Hartum arasında yol yapılmasını istemiyorlar. Nedenini sorduğunuz anda bizdeki politikacılar gibi “Darfur’daki dilencilerin Hartum’a gelmesini istemiyoruz” diyorlar. Halbuki Hartum’da zaten yeterince dilenci var…
Hiç ev yok: Ev dediğiniz derme çatma kamışların birleştirilmesinden yapılmış, bizim eski çadırlarımız. İçinde elektrik hiç yok, su hiç yok. Dolayısıyla buzdolabı, çamaşır makinesi vs. hiç mi hiç yok. Evin tabanı dahi hiç yok. Çünkü çadır direkt olarak toprağın üstüne konuluyor. Yerde ne halı, ne kilim hiç bir şey yok, toprağın üzerinde oturuyorlar… Hem de üstü derme çatma örtülü 6-8 m² toprakta 6-8 kişi yaşıyor ve uyuyor…
Bu insanlarda bahçe duvarı saplantısı var. Her ev muhakkak bahçe içinde ve yüksek duvarlarla çevrilmiş halde. Bu bahçeler 1000 metrekare kadar büyüklükte oluyor. Duvarların yüksekliği ise en az 2,5 metre. Yani yaşam alanlarını dış dünyadan tamamen soyutluyorlar.
İşin tuhafı şu ki, insanlar önce bahçe duvarlarını yapıyorlar. Çoğu zaman duvara harcadıkları paradan eve para kalmıyor ve bu duvarın ortasına derme çatma bir kulübe yaparak orada yaşıyorlar.
Duvar yaparken bir çeşit kırmızı tuğla ve çamur kullanıyorlar. Çimento burada çok lüks bir malzeme ve bulmak çok güç. Tuğlaları çok kalitesiz ve elle bile parçalanabiliyor. Zaten iki katlı ev asla yapmıyorlar. Bu tuğla da onlara yetiyor. Şehirde iki ve üstü katlı bina yok denecek kadar az. Sadece bir kaç adet dört katlı bina var. Bölge deprem bölgesi değil. Afrika zaten dünyanın en eski topraklarından biri. Bunun için evlere temel yapmıyorlar. Temel sadece 20–30 cm. sığ çukurlardan oluşuyor.
Biraz zengin olanlar duvar köşelerine dükkan yapıp ticaret yapıyorlar:
1- Süper market 3- Kuru Temizleme ))
Evlerin çoğu şeker kamışından örülmüş, iki metreye dört metrelik sert hasırların yan yana bağlanması ile elde edilen çadır ya da kulübe benzeri yapılardan oluşuyor. Bu yapıların üzeri bazen branda ile örtülürken bazen de hiç bir şey olmadan kulübelerin üstünü bu şeker kamışından yapılan hasırlar ile kapatılıyor.
Hiç elektrik yok: Başkent Nyala’da dahi baraj vs. olmadığı için; elektrik 3 jeneratör ile sağlanıyor. O da günde yüz kere kesiliyor. Hatta bazı semtlere elektrik verilirken, diğer semtler 1 – 1,5 gün elektriksiz kalıyor. Bunun en çarpıcı örneği ise, şehrin tek stadyumunda gece maçı yapılınca, evlerin tüm elektriği kesilmesi: bu nedenle biraz zengin olanlar elektrik parası ödemelerine rağmen, bir de elektrik jeneratörü alıyorlar.
Hiç televizyon, CD çalar, benzeri aletler yok. Akşam olduğunda etraf sessiz bir karanlığa bürünüyor. Karanlıkta beyaz elbise giymeseler, insanları fark etmenize imkan yok..
Hiç yiyecek yok: insanlar zayıf ötesi… Yedikleri tek şey bizim kuşlara yem diye verdiğimiz beyaz darının ezilmesinden yapılan bulamaç. Bunu da yutmak zor olduğu için yarım avuç bulamacı ağızlarına atınca, yutabilmek için yarım bardak da su içiyorlar. Bu insanlarda sağlıklı beslenmeden söz edebilinir mi?
Açlar…. hem de ölesiye. Bir deri bir kemikler yedikleri lüks yemeğin adı ful: sabahleyin tencerede nohudu kaynatmaya başlıyorlar, 3 saat kadar kaynattıktan sonra eziyorlar. Nohut ezmesine de zencefil, yumurta vs. katıp yiyorlar. En fakiri de, en zengini de ful yemekten memnun. Ama fakirler genelde ful yeme lüksüne sahip değiller. Onların yediği bizim -dikkatinizi çekerim- kuşlara yem diye verdiğimiz beyaz darı! Darı tanelerini ezip bulamaç haline getirdikten sonra onları yiyorlar. Bu insanların beslenmesi sağlıklı olabilir mi? Bu kadar kötü beslenen insan sağlıklı yaşayabilir mi? Darı ile beslenen insanlar normal hayat süresine ulaşabilirler mi? Tabiî ki hayır. Vücutlarının direnci düşük olduğu için de birçok hastalığa yakalanıyorlar.
Burada bir parantez açmak istiyorum, hem Sudan’da hem Türkiye’de fakir insanların ellerindeki ekmek parçasını bile misafirleri ile paylaştığı övünçle söylenmektedir. Buna karşılık, zenginler hiç bir şeylerini paylaşmaz derler. Acaba bunun nedeni, kişilerin zenginleştikçe egoist olmalarından mı? Yoksa fakirken paylaştıklarıyla, zaten olmayan zenginliklerinden bir şey kaybetmediklerinden midir? Hele bi düşünün…
Seneler önce Tahiti’ ye gittiğimde şeker kamışı kemiren herkesin dişlerinin çürümüş, hatta ön dişlerinin erimiş olduğunu görmüştüm… Halbuki çok şeker kamışı yemelerine karşılık Sudanlıların dişleri bembeyaz. Hele çocuklar, güldükleri zaman sanki güller açıyor yüzlerinde….
Hiç iş yok: Çoğu boş geziyor. Ama pek iş yapma istekleri de yok. Bunun yerine dilenmeyi tercih ediyorlar. Acaba tembellikten mi? Yoksa sıcağın etkisiyle gevşemelerinden mi?
Bu noktada sizlerle bir düşüncemi paylaşmak istiyorum:
Sudan’a sık sık gidenler ve eskiden buraya muayeneye gelmiş olan doktorlar, Sudanlıların çok cana yakın olduklarını ellerindeki bir parça “bulamaç”ı bile sizinle paylaşmak istediklerini söylemişlerdi, ben de tanık oldum. Fakat bu memnuniyet ifadesi bana göre yavaş yavaş değişmeye başlamış. Şimdi bunun nedenini açıklamaya çalışacağım:
Sudanda 106 tane yardım kuruluşu var. Halk yavaş yavaş sağlık kuruluşlarına sitem ediyor: “Siz bizlere kötü malzemeleri veriyorsunuz, iyi malzemeleri kendiniz çalıyorsunuz”. Bence iyi malzemeleri Sudan’ın idarecileri çalıyor. Onlara da doğal olarak fazla bir şey kalmıyor….
Buna ek olarak yardım derneklerinden gelen malzemeler ve yiyecekler nedeni ile yavaş yavaş tembelliğe alışmışlar. Artık iş yapmak istemiyorlar -aynı bizim doğudaki vatandaşlarımızdaki olduğu gibi- çalışmadan her şeyi devletin veya yardım kuruluşlarının yapmasını istiyorlar.
Bu saydığım nedenlerden dolayı, o mahzun tebessümlerin yerine yavaş yavaş hafif küstah bakışların aldığını hissettim ben. Sanki biz onlara bakmak mecburiyetindeymişiz gibi, hatta niye ameliyat etmediğimiz için tartışanlar dahi oldu. Bu nedenle artık Sudan halkının tümüyle saf, temiz ve müteşekkir olduğuna inanamadım. İnşallah yanılıyorumdur.
İnsanlar ya umutsuzluklarından, veya yukarıda yazdığım insani yardım derneklerinden şikayetlerinden dolayı, hemen hemen hiç teşekkür etmiyorlar.
Hiç su yok: Nyala’dan geçen nehir, aşağıdaki fotoğrafta göreceğiniz üzere her zaman kuru.
Hiç gölge yok: O nedenle Darfur’ un en önemli iki şeyi su ve gölge. Her gölgenin altında insanları kümeleşmiş buluyorsunuz. Bünyamin Bey, bizi bir gün mango bahçelerine, daha doğrusu gölge cennetine götürdü. Sucular, buradaki kaynaktan çıkan suyu, bizdeki eski sucular gibi, eşeklerinin üzerindeki teneke depoya yükleyip, şehre satmaya götürüyorlardı.
Kadının adı hiç yok.
- Zaten kendilerine sorulmadan evlendiriliyorlar, erkeklerin şeriata göre dört kadın alma meselesini normal karşılıyorlar. Hatta ne kadar çok karısı olursa, ondan o kadar çok gurur duyuyorlar…
- Evde çocuk doğuran onlar (Başbakanımızın sözünü iki kere dinliyorlar, ortalama 6 çocukları var).
- Evde çalışan onlar.
- Çarşıda çalışan onlar.
- Söz söylemeye hakkı olmayan onlar.
- Kadın sünneti yüzünden cinsel ilişkide zevk almaya hakkı olmayanlar da onlar.
Hiç can güvenliği yok: Saat 11’den sonra Nyala’ lılar bile dışarı çıkamıyorlar. Çünkü bu bölgede sıkı yönetim ilan edilmiş durumda. Biz yabancıların da hiç değeri yok. Zaten, yabancıların akşam saat 21 den sonra sokağa çıkmaları yasak: Kızılay’ ın başkanı eski asker olması nedeniyle herhalde, gece yürüyüşü yaparken soyuluverdi….
Hiç radar yok: Sudan’ın en önemli havaalanı olan Hartum’da dahi radar yok! Diğer şehirlerde radar değil, gece ışıklandırması bile yok. Bu nedenle başşehir dışındaki havaalanlarına ancak gündüz saatlerinde inilebiliyor: naçiz yorumum, Sudan yönetimi biraz az teshilat yerse, özel evlerine biraz daha az havuz yaptırırlarsa, o zaman havaalanları daha kısa zamanda modernleşir, tabii ülkede…
Yazı dizimi Dr. Ayhan Onur’ un sözleriyle bitirmek istiyorum:
“Yine de tüm garip hallerine rağmen bu insanların yüzündeki vakur ifadeyi yakalayabiliyorsunuz. Sessizce çalışıyor ve sessizce yaşıyorlar. Kim bilir bize hangi gözle bakıyorlar. Onlara göre o kadar değişik bir dünyanın insanlarıyız ki. Bazen onların yanında, daha iyi şartlara sahip olduğum ve daha iyi şartları özlediğim ve de daha iyi şartlara kavuşmakta acele ettiğim için utanıyorum.
Biz meğer ne çok şeye sahipmişiz. Yürüyebiliyoruz, vücudumuzu kullanabiliyoruz, bir geleceğimiz, bir ailemiz ve savaş olmadan yaşadığımız bir ülkemiz var. Yakında hepimiz alışık olduğumuz lükse yeniden döneceğiz. Buna rağmen, biz bu kız kadar içten gülemiyoruz. Acaba çok mu nankörüz? Ya da çok fazla şey beklediğimiz için mi bu haldeyiz? Sanırım yaşamak ve mutlu olmak için o kadar fazla şeye gerek yok. Ama bizler, o kadar eğitime rağmen sanırım bunu idrak edemedik. O kadar eğitimden sonra bunu bana Sudan çölünün ortasındaki sakat bir kız çocuğu mu öğretecekti?
Oysa sahip olduklarımızla yetinsek, bazen bir tekerlikli sandalye ile diğerlerinin yardımıyla da olsa dolaşabilmek ve sabah güneşine gülerek bakabilmek bile mutlu olmamıza yetecek.
Ben bunu çocuklarıma nasıl olur da anlatabilirim?
Bilgisayarı eski diye, bayramlarda bazı giyecekleri eksik diye, servis onları eve geç bıraktı diye, ara sıra anneleri ile çoğu zamansa benle kapıştılar ve birkaç söz işittiler diye mutsuz olan çocuklarıma mutlu olmayı öğretmek için nasıl davranmalıyım?
Onları da buraya getirsem, acaba bundan sonraki hayatlarında beklentilerini kısarlar ve mutlu olurlar mı?
Keşke etrafımdan etkilenmeyip de ara sıra tek başıma güneşin ve ayın, doğuşunu, batışını seyretseydim…“
Epilog:
Öldüğünüz zaman pırlantalarınızı öbür dünyaya götürebilir misiniz?
Hatta Vehbi Koç’un söylediği gibi, bir çift çorabınızı götürebilir misiniz?
Soruların cevabı basit:
Hiç bir şeyinizi götüremezsiniz..
Belki… namus ve anılarınızı…
Dr. Ahmet Girgin
Ekim 2009
İstediğiniz bazı şeylere sahip olmamak, mutluluğun bir parçasıdır.
Bertrand Russel
Not: Küçük resimlerin üzerine tıklayarak büyütebilirsiniz.