Montpellier ve Civarı
Bu sefer yolum Fransa’nın güney batısına düştü. Neden derseniz, bizim oğlan Nancy’ de olmayan bir fakülteyi seçince Montpellier’ e geçmesi gerekti. Burası, Nancy’ e göre hem daha sıcak, hem de Akdeniz’e çok yakın olduğu için revaçta bir öğrenci kenti olduğundan kiralık ev bulamadı. Bana da, Şam Babası olarak, gidip oğluma yardım etmek düştü….
Derim “hep Allah beni sever” diye, bu seferde oğlumun bir ayda bulamadığı evi bir günde buldum. Hem de nerede dersiniz ? Şehrin tam merkezinde! Daha da ilginç olanı, eski bir şatoyu andıran restore edilmiş çok güzel eski bir binada… Oğlumun odası ise, bu binanın yüksek kulesinin en üst katında: yani oğlum, şu anda Montpellier’ in en yüksek noktasında ikamet ediyor, şehri neredeyse kuşbakışı görüyor…
Sizlere Montpellier merkezinden birkaç resim ekliyorum. Göreceğiniz yer, eski şehrin ortasındaki “Komedi Meydanı” dır. Fransızca’da “Komedi” kelimesi, bizdeki gibi yalnız “güldüren tiyatro eseri” anlamına gelmemektedir. Drama da dahil olmak üzere tüm tiyatro eserleri “Komedi” başlığı altında toplanmaktadır. Zaten bu meydana ismini veren de, resimlerde de göreceğiniz Montpellier’ in eski tiyatro binasıdır.
Oğlum Cem daha ilginç bir şeyi, Komedi Meydanı’ ndan şehrin garına giden yol üzerinde gösterdi. Resimde de göreceğiniz üzere bu caddenin üzerinde şeffaf sandalyeler var. Bu sandalyelerin üzerine de ise, dünyanın önemli anıtları, bu anıtların bulunduğu şehirlerin isimleri ve bu şehirlerin Montpellier’ e olan uzaklığı nakşedilmiş. Oğlumun bana gösterdiği, üzerinde “Ayasofya (Sainte Sophie)” ve “İstanbul” yazan, ikibin küsur km.yi gösteren sandalyeydi. Bu örneği yazdığımda içinizden bazılarının “İşte gavur değil mi? Kendi kilisesini örnek olarak göstermiş” dediğini duyar gibi oluyorum…
Şimdi sıkı durun :
Peki, size aynı yol üzerinde başka bir sandalyenin üzerine “Sinan” “Selimiye Cami” ve “Edirne” şehrin ismini koyduklarını söylersem, acaba aynı örümcek kafalılar, Avrupalı Gavurlar için aynı şeyi düşünmeye devam ederler mi?
Hatta sorumu biraz daha muzurlaştırayım; Binlerce yıllık Ayasofya birkaç asır boyunca camiye dönüştürüldü diye, cami olarak kullanılması mı size normal geliyor, yoksa Atatürk’ün 1935’de yaptığı gibi müze olması mı?
Hadi sorumu daha da muzurlaştırayım. Acaba bizim herhangi bir kentimizde, gavur memleketlerinin herhangi bir anıtını anımsatacak veya hissettirecek küçük bir yazı bulabilir misiniz?
Sizlerle paylaşmak istediğim bir örnek daha da çok hoşuma gitti: Aynı caddenin kenarındaki bir bahçede mermer bir plaka üzerine eski Fransız yazarlarından Valery Larbaud’ nun “Enfantines” adlı eserinden bir cümle kazınmıştı:
” Il n’ est pas tres grand ce jardin, mais il est beau comme ceux de l’Asie Mineure” yani :
” Bu bahçe çok büyük değildir, ama Küçük Asya’ nınkiler ( Anadolu’ nunkiler ) kadar güzeldir.”
Memleketimden bahseden böyle güzel bir cümle Fransa’ nın taa ücra bir şehrinde karşınıza çıkarsa sizin hoşunuza gitmez mi ? Veya başka bir değişle Acaba bizim herhangi bir kentimizde, gavur memleketlerinden herhangi birini anımsatacak küçük bir yazı bulabilir misiniz ?
Neyse biz gezimize dönelim… Herkesin bir ayda yapamadığını -Allah’ın izniyle- biz bir günde halledince ertesi gün bir araba kiralayıp bölgeyi gezmeye karar verdik. Budget firmasından Opel Meriva modeli bir otomobil kiraladık. Daha 2000 km yapmamış olan araba klimalıydı ve 300 km yapma hakkıyla beraber 73 €’ya ödedik; yani Türkiye’nin yarı fiyatına! Hem de pırıl pırıl, fabrikadan yeni çıkmış kokulu bir arabaya… Modelini bile bile yazdım ki, karşılaştırma imkanınız daha kolay olsun diye…
Arabaya bindik, ver elini Montpellier Le Vieux.
Neden orası derseniz, gençlik yıllarımda Fransızlara rehberlik yaptığım sıralarda buranın ismini sık sık duyardım. Fransızlar burayı bizim o güzelim Ürgüp yöresinin Peribacaları ile karşılaştırırlardı..
“Madem Montpellier’ deyiz, Montpellier Le Vieux uzak olmasa gerek.” dedim. Çünkü (Fransızca bilenlerin affına sığınarak söylüyorum) Montpellier Le Vieux , “Eski Montpellier” demek. “Eh eskisi de yenisinin yanında olsa gerek” diye düşünerek yola çıktık: Montpellier Le Vieux’ ye varmadan yolda bir tabela dikkatimi çekti.
“Templier ( Temple = Tapınak; Templier = Tapınakçı ) Şövalyelerinin yolu ”
Madem araba emrimizde, direksiyonu sağa kırdık ve Don Brown’un meşhur Da Vinci Şifresi’nde bahsettiği Tapınak Şövalyelerinin yurduna yöneldik. Resimlerde de göreceğiniz üzere, Tapınakçıların kalesini restore etmek için hummalı bir çalışma başlamış durumdaydı. Burasını nasıl unutabilirdik?
13 Ekim 1307 cuma günü, Papa V. Clément’ dan destek alan Fransa Kralı IV. Philippe ’in Tapınakçılardan aldığı borçları ödeyememe korkusuyla ile tüm Tapınakçıları yakalatma emri verir. Engizisyon mahkemeleri sonucunda hemen hepsini öldürtür, 1312′ de Papa örgütü resmen lağveder ve nihayet 1314 yılında, son büyük üstat Jacques de Molay Paris’te ağır ateş üzerinde kızartılarak öldürülür. İşin ilginç tarafı, bu olaydan bir ay sonra Papa V. Clément ve yedi ay sonra da IV. Philippe ölür: vefatların yorumunu size bırakıyorum…
Şu anda ben ve oğlum Tapınakçıların 9000 şatosundan çoğunun bulunduğu bölgedeydik yani Languedoc Bölgesi’ nde… Hemen tarihçi, rehber, araştırmacı-gazeteci, feylesof vs.. damarım kabardı ve Larzac yolunda Templier ve Hospitalier Şövalyelerinin kasabasını gezmek üzere yollandık..
Templierlerin La Cavalerie kasabasını tavaf ettikten ve Templierlerin bayrağı altında resmimizi çektirdikten sonra yolumuza devam ettik ve nihayet Montpellier Le Vieux’ ye vardık. İyi ki de gelmişim. Çünkü burasının Kapadokya ile uzaktan, yakından hiçbir ilişki yoktu:
Bir kere oluşum şekli farklı: Kapadokya, Erciyes ve Hasan dağlarının volkanik devrelerinde fışkırttıkları tüf toprağından oluşmuştur. Halbuki Montpellier Le Vieux’deki görünüm, bir iç denizin kurumasından sonra oluşan aglomerelerden meydana gelmişti.
Ayrıca, Montpellier Le Vieux’ de gördüklerim Kapadokya’nın binde biri etmezdi. Artık bana Montpellier Le Vieux’ yü övecek Fransızlara verecek cevaplarım hazırdı… Buna karşılık Fransızların görünen bir iki oluşumun değerlendirerek yabancılara çok güzel pazarlayabilmelerine gıpta ettim. Düşünün Kapadokya onların elinde olsa neler yaparlar, ne kadar çok turist çekerlerdi..
Montpellier Le Vieux’ de gezerken dikkatimi çeken başka bir konu ise buradaki, ağaç köklerinin toprakta ne kadar yayılmış olmalarını görebilmemdi. Böylece, TEMA vakfının ağaçlandırmaya verdiği önemi çok rahat anlayabiliyordunuz. Fotoğrafta da göreceğiniz gibi ağaç kökleri, erozyonu önlemek üzere paha biçilmez bir görevi yüklenen, toprağın kaymasını engellemek için elinden geleni yapan neferlerdi. İnşallah bizde de sebepsiz yere ağaç kesilmesi veya yakılması kısa zamanda son bulur..
Buradan dönerken Millau Viyadükünü görmeden dönmek olmazdı. Millau Viyadükü çoğunuzun bildiği üzere günümüzün en modern teknolojisi ile yapılmış dünyanın en uzun, en yüksek viyadüküdür. Uzunluğu 2,5 km, yüksekliği 348 metredir; yani Eiffel kulesinden bile daha yüksektir.
Bu yapının en önemli özelliği, viyadüğün tabliyelerinin şantiyede yapıldıktan sonra vinçlerle yukarı çıkartılmamasıdır; daha açık bir ifadeyle söylemek gerekirse, tabliyeler viyadükün başladığı ve bittiği iki tepede imal edildikten sonra her iki tepeden karşılıklı olarak itilerek yerden 200 metre yükseklikte karşı karşıya birleştirilmişlerdir.
Benim asıl vurgulamak istediğim ise, bu tabliyelerin saatte 9 metre hızla ilerleyerek karşı uçla birleşmelerini hayal etmenizdir… Tabii Fransızlar hiç kaçırmamışlar, Millau Viyadükünü de bir turizm potansiyeli olarak değerlendirmişlerdi. Gittiğimizde akşam 18.00 civarıydı ve en az 100 ‘e yakın turist vardı; ya viyadüğün resmini çekiyor, ya multivizyon salonunda nasıl yapıldığını izliyor, veya dükkanından viyadüğün resmini taşıyan tişört, şapka, anahtarlık vb.. gibi hatıra eşyalar alarak Fransa’ ya döviz bırakıyordu. Akşamın altısında 100 kişi var ise, herhalde gün içindeki saatlerde bu sayı 500 ün altına düşmez diye düşündüm… Aynı propaganda Montpellier’ den sonra uğradığım Paris’ teki otel odamdaki televizyonda da karşımdaydı..
Artık saat akşam 19.00’ a geliyordu, dönüş vakti gelmişti. Kiralık arabamızla Yeni Montpellier’ ye geri döndük ve 300 km karşılığında 26 €’luk benzin koyduk. Yani tüm gün otomobil kirası ve benzin parası olarak yalnız 100 € harcamıştık. Siz böyle bir geziyi aynı şartlarda Türkiye’ de 160 YTL’ ye yapabilir misiniz? Ben hiç zannetmiyorum….
Ayrıca bu vesile ile, Fransa’ da bile benzinin 1,2 € yani 1,9 YTL olduğunu, bunun da Türkiye’den % 25-30 daha ucuz olduğunu hatırlatmak isterim.. ( Buna karşılık Fransa’ da asgari ücret yaklaşık 1200 € yani 2000 ytl, diğer bir deyişle Türkiye’ nin 6 katıdır ! )
Son günümde ise, Montpellier’ nin merkezinde yeraltında kalmış olup, restore edilmiş bir kiliseyi gezdik:
İçinde multivizyon sitemiyle Montpellier’ nin tarihi anlatılıyordu. Aynı Kilisenin altındaki kriptalarda eskiden gömülmüş insanların kemikleri saklanıyordu. Bizi gezdiren rehber ile konuşurken Çek Cumhuriyetindeki Kutna Hora Kilisesinden bahsettim. O kilisede dekor olarak 30.000 insanın kemiği kullanılmış ve Türklere karşı kazandıkları bir meydan muharebesini armalarında gözü oyulan bir Türk kuru kafasıyla ölümsüzleştirmişlerdi! Adamcağız çok şaşırdı tabii..
( İsteyen okurlar Prag sayfamda bahsedilen bilgilere ve resimlere ulaşabilirler.)
Ertesi günde Fransızların meşhur hızlı treni TGV ile Paris’ e doğru yola çıktım..
Küçük resimlerin üzerine tıklayarak büyütebilirsiniz.