İstanbul’da gün doğarken pazarcılar üzerine…
Geçtiğimiz haftalarda bir sabah, annemin Bostancı’daki evinden çıktığımda yolun iki yanına çekilmiş, kaldırıma paralel beyaz çizgiler gözüme takılmıştı. Bir gariptiler… Yeni bir tür otopark düzenlemesi desem; aralarına otomobil sığacak genişlikte değildi çizgiler. Üstelik garaj önlerinde de bu hatlardan bulunması ve iki tarafa çekilmiş çizgilerin yolda tek otomobillik mesafeyi ancak bırakması, tezimi çürütüyordu.
Çarşamba günleri bu semtte pazar kurulduğu geldi aklıma ve pazarla çizgiler arasında bir bağlantı kurmaya çalıştım; ama anlam veremedim.
Ertesi hafta çarşamba günü, hastaneye erken gitmek için sahurdan sonra yola düşmek zorunda kalmam sayesinde çizgilerin sırrına erdim. Sabahın bu kör vaktinde, çoğumuz rahat yataklarımızda ‘mışıl mışıl’ diyarlardayken, pazarcılar üzerlerine güneş doğmadan yola koyulmuşlar, tezgâhlarını o beyaz çizgilerin içine kurmak için harıl harıl çalışıyorlardı.
Hayli karmaşık bir manzaraydı: Bir yanda pazarcı kamyonlarının dizel motor gürültüsü, bir yanda o bildik pazarcı tezgâhlarından farklı, demir tezgâhların kurulmasından çıkan metal ses, açılan tentelerin şiddetli hışırtısı ve tüm bu kargaşaya eşlik eden, yüksek sesli, çoğunluğu Kürtçe konuşan pazarcılar… O zamana kadar, Türkçe konuşmayan bir toplulukça, İstanbul’un böylesine işgal edildiğini fark etmemiştim.
Şaşkınlığım giderek yerini kanıksamaya bıraktı…
Yolda ilerlerken, dilini ilk kez anladığım iki pazarcının konuşmasına kulak misafiri oldum:
“Tezgâhım bu çizgilerin arasına sığmıyor ki! Ya kaldırıma çıkmam lazım veyahut da yola taşmam lazım…”
Hâlbuki tezgâhın ayakları arasındaki demir çubuklar tahmin ettiğim kadarıyla, tezgâhın istenilen genişlikte ayarlanabilmesine yarıyordu. Bu arada bizim bildik, hantal pazar tezgâhlarının neden yok olduğunu da anlamıştım böylece. Büyük olasılıkla, belediyeler pazarcıları bu yeni/ayarlanabilir tezgâhları kullanmaya mecbur tutuyorlardı; iyi de ediyorlardı…
Gel gör ki ister cehaletten deyin, ister bencillikten, çoğu tezgâhlarını daraltacak ayarlamayı yapmaya yanaşmıyordu. Gelip geçenin yolunu işgal etmeyi, diğerlerinin haklarına saldırmayı daha doğal buluyorlardı.
Böylesine bir tecavüz yalnız bizim toplumumuzda mı bu denli belirgin, yoksa diğer toplumlarda da aynı şiddette yaşanıyor mu?
Acep Batı kültüründen Doğu kültürüne doğru kaydıkça mı yaygınlaşmakta bu anlayış?
Bunları düşüne düşüne yürürken pazarın sonuna yaklaşmıştım ki başka bir adamın:
“Eşek gibi çalışıyoruz; ama hiçbir şey kazanamıyoruz” lafı çalındı kulağıma.
Eşek gibi çalıştıkları doğruydu; ama hiçbir şey kazanamamalarının nedeni kendileriydi. Aldığımız bir kilo domatesin bile yarısını, hiç utanmadan çürüklerinden veren onlardı. Bugünkü marketler kurulmaya başlayınca, o zamana dek pazardan ne verilirse almaya zorunlu halkımız, giderek meyvenin, sebzenin çürüksüzünü, iyisini almaya hak kazandı ve alıştı. Ellerinde bozuk, defolu, eksik ne mal varsa halka kakalamaya alışkın pazarcılar da bu lüksleri ellerinden alındığı için, şimdi fazla kazanamamaktan, daha doğrusu fazla kazıklayamamaktan yakınıyorlardı.
Eh… Süper marketler küçük esnafı öldürüyor diyoruz; doğrudur. Doğrudur da… Peki, hiç mi faydaları yok bu marketlerin bizlere? Kazıklanma oranımızı bir nebze olsun azaltmadılar mı?…
Gün ağarmıştı artık; ben de pazardan ve karamsar düşüncelerden aydınlığa çıkmaya başlamıştım…
Dr. Ahmet Girgin
Kasım 2004