Rauf Orbay 4: Ata’nın karşısında: Cumhuriyetin İlanı
Dördüncü Bölüm
Ata’nın karşısında: Cumhuriyetin İlanı
Türkiye önemli kararların arifesindeydi. Meclisin yetkilerini saptayan 24 Nisan 1920 tarihli kanun ile halkın egemenliğini ilan eden 20 Ocak 1921 ve Saltanatı kaldıran 1 Kasım 1922 tarihli kanunlar çıkarılmıştı; ama yeni devletin şekli ne olacaktı?
- Rauf ve arkadaşlarının istediği gibi bir meşrutî kırallık mı?
- Demokrat ve ilerici mebusların istediği gibi bir cumhuriyet mi?
Eğer evetse, hangi tarz bir cumhuriyet yaratmak gerekti? Başkanlık sistemi ya da parlamenter, sendikalist ya da korporatif mi? Ortada çabuk çözüm bekleyen bin tane sorun vardı.
Cephelere bölünmüş bu Meclis, bu sorunlara açık bir cevap getireceğe benzemiyordu.
Yeni meclisin aynı zamanda daha dayanışmacı ve daha uysal olacağı ümidiyle, Mustafa Kemal yeni seçimler yapılmasına karar verdi (Eylül 1923).
1923 seçimleri Mustafa Kemal’in hayatında bir dönüm noktasını belirlemişti. Geçen yıllar boyunca asker olarak davranmıştı. Ama şimdi savaş bitmişti. Ordu terhis edilmiş ve askerin çoğu evine barkına dönmüştü. Bugüne kadar kullandığı unsur yoktu artık. “Vatan tehlikede” teması artık geçerli değildi. Kurmay heyetindeki subaylar birer birer izin istiyorlardı. Demek, Mustafa Kemal yalnız kalıyordu; yani, güçsüz. Şimdiden bir grup milletvekili, geçerli şekilde seçilmiş olmak için, yeni Türkiye’nin sınırları içinde doğmuş olmak gerektiğini belirten kanun tasarısını Meclise sunmuştu. Bu, Selanik’te doğmuş olan Mustafa Kemal’i bir tür dışlamanın dolaylı yoluydu. Bu girişim başarı kazanmadı.
Aynı milletvekilleri bu kez de, seçim bölgesinde en az beş yıl oturmayan kimsenin halkın temsilcisi olamayacağını önerdiler. Oysa Başkomutan, Gelibolu’da, Erzurum’da, Suriye’de, Filistin’de, Amasya’da, Sivas’ta, Sakarya’da, Dumlupınar’da, İzmir’de, Ankara’da bulunmuş, asla aynı yerde beş yıl kalmamıştı.
Mustafa Kemal’in, bu kadar nankörlükten, muhalefetin kendisinden kurtulmak için başvurduğu manevraların adiliğinden midesi bulanmıştı. “İyi niyetli” dostları gelip de “kendisinin ve ülkesinin menfaati için” kenara çekilmesini tavsiye ettiklerinde de hırsından ve hiddetinden titriyordu.
Bir kenara çekilmek mi? Asla!. Henüz çabalarının başındaydı. Mecliste artan muhalefet ona, işin sonuna ancak olağanüstü canlı bir mücadele ile varabileceğini gösteriyordu. Fakat mücadele asla onu korkutmuyordu. Meydan okuması için ona kafa tutulması yeterliydi.
Savaş askerî olmaktan çıkmış, siyasî olmuştu. Zemin değiştiriyor, fakat karakterini değiştirmiyordu. Başarılı olabilmek için bu yeni savaşın aracını yapmak gerekti.
Bu araç bir parti kurulmasından başkası olamazdı. Ama Mustafa Kemal, birliklerinden kesin disiplin isteyecek kadar savaş adamı idi. “İttihat ve Terakki Cemiyeti“nin bitmez tükenmez gevezelikleri, onda, entelektüel ve teorisyen ağırlıklı kuruluşlara karşı gerçek bir nefret uyandırmıştı. Onun “aydınlatılmaya” ihtiyacı yoktu, o, arkasından gelinmesini istiyordu. Temenni ettiği şey, tartışmalara yer verilmeyen ve tıpkı Çanakkale’de ve Sakarya’daki piyadeleri gibi, aynı inançla emirlerini yerine getirecek üyeleri bulunan, harekete dönük böyle bir araçtı.
1919’da Rauf ve Refet ile kurdukları direniş komiteleri, zamanla, bütün vatan yüzeyine yayılan güçlü kuruluşlar olmuş ve bağımsızlık hareketinin başlamasını bu sağlamıştı. Başkomutan sıfatı ile Mustafa Kemal onları doğrudan kendi emri altına almıştı. Bunu, üzerinde mutlak egemenliğinin devam edeceği siyasî bir kuruluşa dönüştürmeyi düşündü. Bu “Halk Fırkası” olacaktı. Her kasabada, yerel komite iktidarın bir parçasını elinde tutacak ve onu kendi adına icra edecek: belediye reisini, din adamını, öğretmenini, polis müdürünü atayacaktı.
Bu yeni partiyi kurmak için Mustafa Kemal, yurt içinde büyük bir geziye çıktı. Bu gibi eylemler onun için yeni bir şey değildi: bu ona, Şam’daki ve Selanik’teki “Vatan”ın başlangıcını ve hatta gençleri millî orduya katılmaya teşvik ettiği Erzurum bölgesindeki köyleri dolaştığı zamanı hatırlatıyordu. Kırsal kesim her yerde onu sıcak karşıladı. Halk için o; Gazi, vatan kurtarıcı idi. Köylü onun elini sıkmaktan gurur duyuyordu. Onların gözünde ideal bir önderi canlandırıyordu: güçlü bir adam ve muzaffer bir askerdi. Sert, otoriter olması ve içki içmesi onları hiç rahatsız etmiyordu. “Yerinde olsa idik biz de öyle olurduk” diyorlardı. “Devlet Başkanı olup da her şeyden kendini mahrum ederek yaşamak neye yarar?” Erdemlerine hayrandılar ve hatalarını affediyorlardı.
Gezisi sırasında Mustafa Kemal, Komiteleri, yemeğini paylaşmaya davet ederek, üyelerine saygıyla muamele ederek, yakınmalarını ve telkinlerini bir baba sevecenliği ile dinleyerek en yoksul kasabalarda bile durdu.
– “Teşkilâtınızı muhafaza ediniz,” dedi. “Yabancı düşman gitti, ama savaş henüz bitmedi. Ülkede hâlâ eyyamcılar ve hainler kaynamaktadır. Yanımda kalın. Söylediklerime itaat edin. Komitelerinizin sayısını daima artırın. Türkiye’yi birlikte kuracağız. O Türkiye ki, kanınızla yeniden elde ettiniz. Onu öyle güçlü temeller üzerine kuracağız ki, korkusuzca yarının fırtınalarına göğüs gerebilsin. Bütün düşmanlarının, içerden olsun, dışarıdan olsun, hepsinin saldırılarına dayanabilecektir. Halk Fırkası‘nı kuracaksınız. Bütün Türkleri bu çerçevede toplayın. Ülkeyi siz yöneteceksiniz.”
Fırkanın kuruluşu ile görevli olan Fevzi, Gaziye üyelerinin hızla arttığına ve ordu kadrolarının blok hâlinde arkasında olduğuna dair güvence verdi. Programının ana noktalarını tekrar ederek kentten kente gitti.
– “Milletimiz karşıt parçalara bölünmemiştir,” diyordu. “Her şeyden önce biz köylü bir milletiz. Kırsal kesimde çalışanların ötesinde şehirlerimizde mütevazı zanaatkârlar ve küçük tüccarlar var.”
“Milyonerlerimiz nerede? Şimdilik az sayıda olan işçilerimize de güveniyoruz. Ama ülkemizin kısa zamanda inşa edeceğimiz fabrikalar için fazlasına ihtiyacı var.”
“Bizde sınıf veya meslek kavgaları yoktur. Bunların hepsi sıkı bir şekilde birbirine bağlı ve bir bütünü teşkil etmektedir: halk, millet, tek kelime ile Türkiye. İşte Halk Fırkası budur. Türkiye halkının partisi olan bu Fırka, bir bütünün parçası değildir; o bizatihi kendisi bir bütündür, o millettir, o Türkiye’dir….”
Bugüne kadar hiçbir politikacı Anadolu halkına bu dille konuşup seslenmemişti. Bununla beraber seçim sonuçları düşkırıcı oldu. Halk Fırkası bir miktar sandalye kazandı, ama Mustafa Kemal’in beklediği gibi mutlak çoğunluk olamadı. Birçok bölgede din adamları, seçmenleri, Paşanın adaylarına oy vermekten caydırmıştı. Mustafa Kemal, gezileri sırasında, din adamlarını komitelerin tayin edeceğini söylemişti. Hocaların, önderi ateist olarak tanınan bir fırka tarafından tayin edilmeyi kabul etmeye hiç niyetleri yoktu.
Mustafa Kemal, yeni Meclisin, bir öncekinden daha iyi olacağı düşüncesiyle seçimleri yaptırmıştı: durum daha kötüye gitti. Halk Fırkası için oy verilmeyen yerlerde oylar, bir yığın birbirine düşman küçük hiziplere dağılmıştı. Bizzat kendisi bu hiziplerle anlaşmadan iktidara gelemiyordu. Bu da diğer hiziplerle ittifaklar yapması demekti. İttifak da ödün vermek demekti. Oysa bütün hayatı boyunca, Mustafa Kemal asla kimseye ödün vermiş değildi. Düşkırıklığı içinde ve rahatsız bir halde Çankaya’daki köşke kapandı ve bundan böyle Meclisin çalışmaları ile ilgilenmediğini açıkladı.
Birkaç gün sonra bir milletvekili heyeti gelerek, Halk Fırkasının başkanı olmasıyla Meclis başkanlığı sıfatının birbiriyle bağdaşmadığını anlattı. Meclisin değişik hiziplerinin hakemi durumundaki kimse, bunlardan birinin başkanı olamazdı.
– “Bana Meclisin muhtelif hiziplerinden mi söz ediyorsunuz? Devlette yalnız tek parti olmalıdır. Alacağınız kararlar için birlik esastır. Orada ne hasım partiler, ne ters ideolojiler olmalıdır. Hem Meclis Başkanı kalmak, hem de kendisine hukukî bir varlık tanıdığım tek Fırkanın yani Halk Fırkasının şefi olmak benim için bir şereftir. Benim gözümde diğer partiler mevcut değildir.”
Mebuslar bu sözleri işitmekten büyük üzüntü duydular. Bu, Meclise ve üzerinde kurulu olduğu bütün ilkelere meydan okumaktı. Meclis ile Başkanı arasındaki ayrılık bir uyum sağlayamayacak kadar derindi. Mustafa Kemal’in uzaklaştırılacağı güne kadar Meclis özgür olarak yasama görevini yapamayacaktı.
Milletvekilleri Çankaya’ya, kabulü doğal olması gereken basit bir dilekle gelmişlerdi. Şimdi, kendilerinin hiç beklemedikleri kuvvet gösterisi ile karşılaşmaktan şaşkın bir şekilde geri dönüyorlardı.
Mustafa Kemal işin peşini bırakmamaya kararlıydı. Ama bu defa, geçen seferkilerden daha ustaca davranmaya karar verdi.
26 Ekim günü, bütün bakanları Çankaya’ya davet etti. Yemek sonrasında, Yeni Türk Devletine verilecek uygun şekli birlikte incelediler. Her bakanın doğrudan Meclise karşı sorumlu olduğu sistemin korunmasının imkânsız olduğu üzerinde hep birlikte anlaşmaya vardılar.
– “Meclise, hiçbir medenî ülkenin bu anlamsız tarzla yönetilemeyeceğini göstermek gerek,” dedi, Mustafa Kemal. “Yönetmek siz vekillere aittir, mebuslara değil. Mebusların müdahalesinden masun olmalısınız. İcra kuvveti güçlendirilmeli ve yasama gücünden ayrılmalıdır.”
Bakanların her biri bu görüşü kabul ettiler. Hepsi de yetkilerinin artırılmasından yana idi.
– “Mademki hepiniz mutabıksınız,” diye devam etti Mustafa Kemal, “yarın hepinizin topluca istifa etmenizi istiyorum. Meclisi yeni bir hükümet kurmakla görevlendireceğim. Size ne teklif edilirse edilsin, hepiniz reddedeceksiniz ve çözümü mümkün olduğunca zorlaştıracaksınız. Bundan çıkacak kargaşayı göreceğiz. Meclis, sizi tekrar iş başında görmek için mümkün olan tavizi verecektir.”
Ertesi gün, kararlaştırıldığı gibi, hükümet toptan istifa etti ve Meclis yeni hükümeti kurma işine girişti. Rauf, Kâzım Karabekir ve Ali Fuat gezideydiler. Yoklukları, Mustafa Kemal’e işlemi çabuklaştırma kararı verdirtmişti. Gazi’nin öngördüğü gibi, hizipler hiçbir şey üzerinde anlaşamadı. Her grup, her hizip kendince hareket etmek istiyordu. Sekiz gün sonra görüşmeler hâlâ sürüyordu: yeni hükümet kurmada bir adım bile ilerlenememişti.
O zaman Mustafa Kemal Çankaya’ya aralarında İsmet, Fethi ve Dumlupınar Meydan Savaşında kahramanlığı ile kendini gösteren Kemalettin Paşanın da bulunduğu küçük bir grup yakınını davet etti. Bunlar, ona, Mecliste hüküm süren inanılmaz kargaşayı anlattılar. Fikirler günden güne kızışıyor, ama bunalımın çözümü gözükmüyordu bile.
Mustafa Kemal yumruğunu masaya vurarak:
– “Bu karışıklığı bitirmenin tam zamanı,” dedi. “Yarın Cumhuriyeti ilân edeceğiz! Kargaşadan çıkmanın tek yolu budur! Siz Fethi, siz müzakereleri mümkün olduğunca hararetlendireceksiniz, öyle yapın ki, durum çözümsüz hale gelsin. Kargaşa iyice artınca, siz Kemalettin, Gordion düğümünü çözmek için bana müracaat edilmesini teklif edeceksiniz.”
Arkadaşları gidince, Mustafa Kemal çalışma odasına geçti ve bütün gece İsmet Paşa’yla Türkiye’yi otoriter bir cumhuriyet yapacak kanunu kaleme aldılar.
Manevra planlandığı gibi oluştu. Ertesi gün, Meclis kelimenin tam anlamı ile felç olmuştu. İşte bunalım patlak vereli neredeyse on gün olmuştu, ama kimse bundan çıkış yolunu göremiyordu. Mebuslar, birbirine şiddetle söven, sayısız küçük parçalara bölünmüştü ve durmadan engeller çıkarıyorlardı. Aralarında bazıları yumruklaşıyorlardı bile. Kemalettin’in, Mustafa Kemal’in hakemliğine başvuru ve yeni hükümeti kurma konusunda fikrinin alınmasını önermesi üzerine, hepsi de, rahat bir nefes alarak bu öneriyi desteklediler.
Bu zaman içerisinde, Gazi Mustafa Kemal Çankaya’daki evine kapanmıştı. Kimse onu onbeş gündür görmemişti. Olaylarla ilgilenmiyor gözüküyordu.
Mebuslar ona, “lütfen Meclis’e gelmesi” için bir heyet gönderdi. Kabul etmedi.
İkinci bir heyet gitti Çankaya’ya ve düğümü çözmesi için ona ricada bulundu. Yine reddetti.
Üçüncü seferde mebuslar ona “Millî bir görevden kaçmamak gerektiğini” rica ettiklerinde, buna dayanamadı.
– “Pekâlâ,” dedi. “İsteğinizi dikkate alacağım. Ama kesin bir şartım var; kararlarım ne olursa olsun Meclis tarafından tartışmasız kabul edilmelidir. Bunlar, kesin ve geri dönülmez olarak telâkki edilmelidir.”
Heyet üyeleri öyle bir çaresizlik içinde idiler ki, sabırsızlıkla bu koşulları kabul ettiler. Ama Gazi, sözlü vaatlerle yetinmedi: Oturumu yönetecek Başkanın, kararlarının tartışılmayacağına dair kesin ve yazılı belgesini istedi. Ancak bunu eline aldıktan sonra Çankaya’dan Ankara’ya hareket etti.
Meclisin holüne geldiğinde, acele ile yeni hükümette yer almak için seçtiği arkadaşlarını topladı. Bu, Halk Partisi’nin belli başlı idarecilerinden oluşan birbirlerine bağlı bir hükümetti. Muhalefetin bütün üyeleri bunun dışındaydı. Buz gibi bir sessizlik ortasında kürsüye çıktı.
Uzun bir süre Mustafa Kemal gri-mavi gözleri ile mebuslara baktı. Sonunda konuştu ve:
– “Beni çağırdınız,” dedi. “Bu buhranı siz kendiniz yarattınız. Mevcut bunalım geçici sebeplerden kaynaklanmıyor: buna sebep, bizim hükümet şeklimizdeki köklü bir hatadır. Meclis aynı zamanda yasama ve icra yetkisini birlikte kullanıyor. Bu fazla. İçinizden her biri hükümetin kararları hakkında kendisine danışılsın istiyor. İdarenin bütün hizmetlerini kontrol etsin, her vekil üzerinde devamlı kontrolü olsun istiyor.
“Efendiler, bu sıfatı hak etmiş hiçbir vekil bu şartlarda hükümet edemez. Bu temeller üzerinde bir hükümet mümkün değildir. Bu bir hükümet değil, bir karmaşadır. Bizzat tecrübe ile siz yaşadınız.
“Sistemi köklü olarak değiştirmek gerektir. Kesin olarak karar verdim ki Türkiye, bütün icra yetkisini elinde tutan bir Başkan tarafından yönetilen bir Cumhuriyet olacaktır.”
Sonra, her kelimenin üzerine basarak, bir gece önce İsmet Paşa ile beraber hazırladıkları anayasa taslağını okudu:
“Türkiye Devletinin hükümet şekli, Cumhuriyettir… Büyük Millet Meclisi tarafından yönetilir. O da muhtelif vekâletleri vekiller aracılığı ile yönetir ve içinden Cumhurbaşkanını seçer… O, devletin başıdır. Gerekli gördüğünde Meclise ve başkanını Meclis üyeleri arasından seçtiği Vekiller Heyetine başkanlık eder. Hükümet Başkanı çalışma arkadaşlarını mebuslar arasından seçer… Vekiller Heyeti listesi Cumhurreisi tarafından Meclisin tasvibine sunulur.”
Mebuslar bu sözleri duyunca adeta taş kesildiler. Bu, düşündüklerinden daha da beterdi. Mustafa Kemal’e, hükümet bunalımını çözsün diye başvurmuşlardı; bu maksatla ona sınırsız yetki vermişlerdi, şimdi o bunu, otoriter bir rejim kurmak için kullanıyordu.
Rauf, Kâzım Karabekir ve Ali Fuat derhal Ankara’ya koştular. Son dakikada, buna karşı koymak için ellerinden geleni yaptılar. Ama çok geçti, Meclis, Gazi’nin kararını, “kesin ve geri dönülmez” biçimde ele almaya başlamıştı. İradesi önünde eğilmekten başka yapacak bir şeyi yoktu.
Mebusların yüzde kırkı oylamaya katılmadı. İsmet Paşanın hazırladığı kanun çoğunlukla kabul edildi. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilân edildi ve Mustafa Kemal ilk Cumhurbaşkanı oldu. Derhal İsmet Paşayı hükümeti kurmakla görevlendirdi.(1)
Bu kanun, tam söylendiği gibi, onu “mutlak hâkim” yapıyordu. Aynı zamanda:
- Hem Cumhurbaşkanı
- Hem de sadece kendine karşı sorumlu Bakanları atama ve geri çekme yetkilerine sahip, Başbakandı
- Meclisin Başkanı idi;
- Bir süre ülkenin tek siyasal partisi olacak Halk Fırkası‘nın reisi idi;
- Ordunun en büyük komutanı idi.
- Her türlü mülkî ve askerî güç elinde toplanıyordu.
Muhalefetin ağzına tam anlamıyla kilit vurulmuştu. Ama halkın, bütün bu olan bitene ne dediği sorulmayacak mıydı? Bu kadar gücün toplanmasından korkmuyor muydu?
Türk halkı hiçbir şey söylemiyordu. Bir kere Mustafa Kemal’e tam güveni vardı. Cumhurbaşkanı olsun, Sultan veya Halife, onun için önemli değildi. Bağlılığı sıfatına değil, kişiliğineydi. Kendi kendisine, onun, geçmişte kendisini kurtardığını söylüyordu. O halde, kendisini geleceğe götürmekte bir başkasından daha yetenekli olacağını da kabul ediyordu.
Bunun dışında, istekleri mantığa aykırı değildi: sadece tarlalarını işlemek, çocuklarını doğru dürüst yetiştirmek ve barış içinde yaşamak istiyordu.
Rauf Orbay, 29 Ekim 1923’te Cumhuriyetin ilanından sonra, İstanbul’da yayınlanan Tevhid-i Efkâr ve Vatan gazetelerine verdiği mülakatta;
“Cumhuriyet’in ilânında acele edilmiştir. Buna sebebiyet verenler gayrimesul zevattır. Bu tarz-ı hareketin içyüzünü anlamak lâzımdır. Meclis, hâkimiyet-i milliyeyi bi-hakkın muhafaza edebilmelidir. Meçhul maksatlarla sevk ve idare olunmaya ses çıkarılmazsa nereye varılacağı bilinmez… Cumhuriyetin ilânını zaruri kılan sebep ne imiş? Cumhuriyetin filhakika, bizim için nafi ve lâzım olduğu ispat olunmalıdır” şeklindeki ifadeleriyle Cumhuriyet’in ilânını henüz uygun bulmadığını açıklaması (2), Halk Fırkası yönetiminde infial uyandırmıştır. Hüseyin Rauf Bey bu mülakatından dolayı, Halk Fırkası toplantısında (25.11.1923) çok ağır bir eleştiriye tâbi tutuldu (3).
Bu sorgulamadan sonra Rauf Bey, bir yıl daha Halk Fırkası’nda kaldıysa da, partiden ayrılarak bağımsız bir politika takip etmeye başladı (4). Bu sürecin sonunda, TBMM’de yapılan bir gensoru müzakeresinde Halk Fırkası ile Muhalif Grup arasında ciddî tartışmalar yaşanmıştır. Muhalifler Halk Fırkası’nın iktidar anlayışını eleştirirken, iktidar da muhalifleri “saltanatçı”, “halifeci” ve “gerici” tabirleriyle karşılık vermiştir. Meselâ, 7-8 Kasım 1924’te, Rauf Beyden sonra söz alan Recep Peker, “Muhterem arkadaşlar, … dikkat ettim… sırası geldi, icabetti, başka tarif yaptılar, fakat, cumhuriyet kelimesini telaffuz edemediler…”. Rauf Bey de cevaben; “Şimdi efendiler, Rauf cumhuriyetçi midir, değil midir? diye, gene şüphe ediyorlarmış… Lâkin, sizin her kuşkulandığınız, her tereddüde düştüğünüz zamanda ben, tekrar yemin ve kasem etmeğe mecbur muyum?… Efendiler, geçen sene sekiz saat devam eden fırka müzakeresinde,…tam manasıyla cumhuriyetçi olduğumu söyledim…”(5). Tartışmaların ileri safhasında:
“Cumhuriyetten başka bir hükümet şekli yoktur ve bunun için bir noktayı daha söylemek isterim: Belki bazılarınız söylersiniz. Ben söyleyeyim. ‘Rauf halifecidir’. Efendiler! Değil halifeci ve sultancı, bu makamın hukukunu almak istidadında olan her hangi bir makamın aleyhindeyim…” (6)
Bu tartışmalar Halk Fırkası’ndan ciddî istifaları beraberinde getirmiştir. Gensoru müzakerelerinden bir gün sonra yani 9 Kasım 1924 tarihinde, hükümete güvensizlik oyu veren, 11 mebus istifa etmiş (7), 17 Kasım 1924 tarihinde de Kâzım Karabekir Paşanın Genel Başkanlığı, Dr. Adnan Adıvar ve Rauf Beyin İkinci Başkanlığında ve 50 mebusun katılımıyla Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kurulmuştur.(8)
Atatürk, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kuruluşunu, Rauf Beyin Malta sürgününden sonra Ankara’ya gelişinden itibaren yürüttüğü gizli muhalefetin açığa çıkması olarak görmekte ve bu süreçte iktidar ve muhalefeti şöyle tasvir etmektedir:
“Efendiler, saltanat devrinden, cumhuriyet devrine geçebilmek için, cümlenin malûmu olduğu veçhile bir intikal devresi yaşadık. Bu devirde iki fikir ve içtihat birbiriyle mütemadiyen mücadele etti. O fikirlerden biri, saltanat devrinin idamesiydi. Bu fikrin taraftarları sarih idi. Diğer fikir, saltanat idaresine hitâm vererek idare-i cumhuriye tesis eylemekti. Bu bizim fikrimizdi..”.(9)
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kuruluşu ile muhalefetin TBMM’de ilk defa olarak resmen yer alışının hemen ertesi günü, İsmet Paşa kabinesi istifa etti. Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa, yeni kabineyi kurma görevini Ali Fethi Bey (Okyar)’e verdi(10). 24 Kasım 1924’de Musul Meselesi Türkiye’de umumi bir heyecan yaratırken, birdenbire Şeyh Said İsyanı patlak verdi ve genişlemeye başladı. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, işte bu siyasî iklimde doğmuş ve yaşaması gerekmiştir.
Hükümet, Şeyh Said İsyanı’nı bastırdıktan sonra, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı, “irticayı körüklediği” gerekçesiyle kapatmıştır (11). Bundan sonra Rauf Bey de, diğer muhalif mebuslar gibi, bağımsız kalmıştır.(12)
Kaynaklar ve Açıklamalar:
- Yeni Anayasa’nın kesin maddelerini sağlayan kanun, 20 Nisan 1924’te onaylandı. Bu kanun sadece 29 Ekim 1923 kanunu ile bildirilen temel esasları derliyordu.
- Nutuk, II, s. 833, 837; İsmet Paşa, Rauf Beyle aralarındaki ihtilâfı şöyle açıklamaktadır: “Rauf Beyin İstanbul Gazetelerine verdiği beyânat ‘Cumhuriyet’in ilânında acele edildiğinden gayrimesûl kimseler tarafından emri vaki yapıldığından bahsediyor ‘Bir kere Cumhuriyeti BMM ilân etmiştir’… Cumhuriyet’in ilânına teklif edenler gayrimesul kimseler olmadığı gibi, karar veren de devletin en yetkili uzvudur’.. Rauf Bey ile aramızda kesin bir görüş farkı var. İhtilâfın esası bu”. Bkz. İ. İnönü, Hatıralar, (Yayına Hazırlayan: Sabahattin Selek), İstanbul 1985, Cilt II, s. 182.
- Nutuk, II, s. 833. Atatürk, Rauf Bey’in bu mülâkatını ağır şekilde tenkit etmekte ve Rauf Beyin kendini: “Duygularım, Cumhuriyet yönetiminden başka bir rejimi benimsemediğim yolundadır”, diyerek savunduğunu belirtmektedir (Nutuk, II, s. 837).
- Nutuk, II, s. 833
- Rauf Beyin Cevabı, TBMM Zabıt Ceridesi, Devre: II, c. X, (6 Kasım 1924), s. 112.
- Aynı zabıt, s. 113
- Bunlar: İstanbul Mebusları: Dr. Adnan Adıvar, İsmail Canpolat, Refet Paşa, Rauf Bey, Erzurum: Rüştü Paşa, Halit Bey, Ziyaeddin Efendi, Dersim: Ferudun Fikri Bey.
- Hâkimiyet-i Milliye, 18 Kasım 1924 (18 İkinci teşrin 1340; T. Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasî Partiler (1859-1952), İstanbul 1952, s. 606-8;
- Nutuk, II, s. 838.
- Tunaya, a.g.e., s. 608, 13.
- Hakimiyet-i Milliye, 5 Haziran 1925.
- Tunaya, a.g.e., s. 613-14.
- Jacques Benoit-Mechin: Mostapha Kemal ou la Mort d’un Empire, Paris 1954
- http://www.atam.gov.tr/dergi/sayi-58/huseyin-rauf-Orbayin-hayati-1880-1964