Rauf Orbay 5: Ata’nın karşısında: Halifeliğin Kaldırılması
Beşinci Bölüm
Ata’nın karşısında: Halifeliğin Kaldırılması
Bu konu Benoit-Méchin tarafından “Bir İmparatorluğun Ölümü” kitabında o kadar güzel anlatılmıştır ki, oradan nakletmek yeterli olacaktır kanısındayım:
İstanbul’dan ayrılırken VI. Mehmet Halifeliği kuzeni Abdülmecit’e devretmişti. Abdülmecit, görevini resmen devralırken, Mustafa Kemal, görev devir töreninin geleneksel abartılı gösterişler içinde yapılmasına kesinlikle itiraz etti. Sonra, Meclis, yeni dinî lidere verilecek yetkilerin genişliğini tetkik için toplandığında, Mustafa Kemal görüşmeleri kısa kesmiş ve şöyle açıklamıştı:
– “Halife’nin ne yetkisi, ne de görevi vardır. O sadece göstermelik bir şahıstır.”
Bir süre önce, Abdülmecit kendisine yazarak ödeneğinin artırılmasını rica etmişti: Mustafa Kemal bizzat kendi eliyle yazdığı cevapta şunları diyordu:
“Halifelik tarihî bir kalıntıdan başka bir şey değildir. Varlığını haklı kılacak hiçbir şey yoktur. Sekreterlerimden birine yazma cesaretini göstermeniz hâdisesini de bir münasebetsizlik ve hakaret telâkki ediyorum.”
Bu hareketler bir süre sonra endişe verici hal aldı. Muhalefet, yangına körükle gitmekte tereddüt göstermiyordu. İstanbul’a gitmek üzere Ankara’dan ayrıldılar ve Mustafa Kemal’in asla Halifenin şahsına hücum edemeyeceğinden emin olarak Abdülmecit’in etrafında toplandılar.
Abdülmecit’in entrika ile bir ilgisi yoktu. Yumuşak, nazik, tam anlamı ile aristokrat ve son derece kültürlü bir kişiydi. Boğaziçi’ndeki sarayında resim yapmak, din bilimleri okumak ve gül yetiştirmek arasında tertemiz bir elli yıllık hayat geçirmişti.
Bununla birlikte, Sultanın gidişinden sonraki gün Abdülmecit, üçyüz elli milyon Müslümanın başı, İslâm’ın en yüce otoritesi olmuştu. Yeni görevini çok ciddiye almış ve büyük halifelerin geleneklerini yaşatmak istemişti. Bizans Fatihi II. Mehmet gibi her cuma, beyaz bir at üzerinde, etrafında bir süvari müfrezesi olduğu halde Ayasofya’ya gidiyordu. Üsküdar’daki büyük camide dinî bir törene katıldığında, yaldızlı ve 14 kürekli saltanat kayığı ile Boğazı geçiyordu. Altınlarla süslenmiş bir süvari müfrezesi olmadan bir yerden bir yere gitmiyordu. Sarayında, büyükelçileri, yabancı ziyaretçileri bir padişah edası ile kabul ediyordu.
Abdülmecit, siyasî hiçbir hırsı olmadığı halde, Mustafa Kemal’in idaresinden hoşnut olmayan insanları, balın sinekleri çektiği gibi çekiyordu. Sonunda kendisini, hocalar, ulema, emekli paşalar ve görevden alınmış memurlarla çevrili bulmuştu.
Rauf, Adnan, Refet ve Kâzım Karabekir Abdülmecit’in özel danışmanları olmuştu. Niyetleri, Cumhuriyeti devirmek ve Türk Devleti’ni meşrutî monarşi’ye çevirmekti. Yeni rejimin de Sadrazamları olmak istiyorlardı ve bundan yararlanarak Abdülmecit’i tahta çıkaracaklardı.
Ama Mustafa Kemal, siyasî düşmanlarının ne dolaplar çevirdiğinden ayrıntılarına kadar haberdardı. Gücünü iyi bildiği bu küçük grup, din adamlarının etkisi ile alevlenen Anadolu’daki memnuniyetsizliği kendi taraflarına çekebilirlerse, eski “Halife Ordusu“ndan daha büyük bir tehlike oluşturulabilirdi. Gazi sıkıntılı bir durumdaydı:
- Eğer çok erken harekete geçerse, ilk kurbanının kendisi olacağı şüphesizdi.
- Şayet çok uzun zaman beklerse de davayı kaybedebilirdi.
Mustafa Kemal Sultana karşı dikildiğinde Halifeye çarpmıştı. Şimdi Halifeye karşı dikiliyor, bu sefer dinî duyguları karşısında buluyordu.
Tam bu anda, Ağa Han ve Emir Ali (Hindistan’dan iki Müslüman prens), Türkiye Başbakanına, manevi liderlerinin onuruna saygı duyulmasını isteyerek hükümetin, Halifenin yetkilerini gasp etmesini protesto eden mektup gönderdiler. Durumu ağırlaştırıcı nokta, bu mektubun, Başbakan’ın eline geçmesinden önce İstanbul’daki gazetelerde yayımlanmasıydı.
Bir anda Mustafa Kemal bu olaydan çıkarabileceği sonucu fark etti:
Sonunda düşmanlarını alt edeceği silahı elinde tutuyordu. Ağa Han ve Emir Ali’nin İngilizlerin paralı ajanı olduğunu açıkladı. Bir kere daha İngiltere Türkiye’nin içişlerine karışıyordu. Halifeyi, Cumhuriyeti devirmek için kullanıyordu. Ülkenin Lozan’da elde ettiği avantajları böylece alıp götürmek istiyordu!
Aslında bahane zayıftı. Mustafa Kemal, Müslüman prenslerin mektubunun Cumhuriyetin varlığını tehlikeye sokmadığını biliyordu. Ama elinde başka da koz yoktu. Olayı kamuoyuna bir dış politika olayıymış, Müttefiklerin içişlerine karışmalarına karşı bir kendini savunma imiş gibi takdim etmenin VI. Mehmet’in uzaklaştırılmasına nasıl hizmet ettiğini hatırladı. Aynı manevrayı Halife için de tekrarlamak istiyordu.
Mustafa Kemal doğru görmüştü. Meclis, “İngiliz gizli servisinin bu iki adamı” Ağa Han ve Emir Ali’nin Halife lehine müdahaleye cüret ettiğini öğrenince, hiddet krizinden sarsıldı. Milletvekilleri, yabancıya karşı öfkelerini zapt edemeyerek bu işe sebep olan hocalara, ulemaya, muhalefet liderlerine ve hatta Halifeye bile şiddetli sözler söylediler. Evet, Mustafa Kemal Paşa haklıydı: bütün bu adamlar, hain, fesatçı ve düşman ajanı idi! Cumhuriyete karşı eski rejim lehine muhalefetin yapacağı sevgi gösterilerinin ölüm cezasını gerektiren suçlar olduğuna dair kanun derhal oylandı. Bazı milletvekilleri, Halifeliğin en önemli diplomatik koz olduğunu söyleyerek Halifeyi savunmaya kalktılarsa da, Mustafa Kemal, gözde tezini ele alarak, o kişilere doğru gözlerini dikip çınlayan bir sesle cevap verdi:
– “Asırlardan beri, Türk köylüsü her yerde, her iklimde Halife için ve sair işe yaramazlar için kan dökmeye ve ölmeye mahkûm edilmiş değil miydi? Şimdi Türkiye’nin kendini düşünmesinin bunca kayıplarına sebep olan Arap ve Hintlileri görmezlikten gelmesinin zamanıdır. Tekrar ediyorum, Halifelikten kurtulmanın tam zamanıdır.”
Bazı milletvekillerinin görüşlerinde ısrar etmesi üzerine, onlara biraz önce kabul edilen kanun uygulandı ve derhal mahkemeye sevk edildiler. Ağa Han’ın mektubunu yayımlayan gazetelerin yazı işleri müdürleri de hapse mahkûm edildiler.
Eş zamanlı olarak, Mustafa Kemal, Halk Fırkası bölge komiteleri aracılığı ile Abdülmecit ve yandaşlarını düşmanın suç ortağı olarak takdim eden bir propaganda faaliyeti başlattı. Kırsal kesimi alevlendiren dinî çalkantı birden kesildi.
Köylünün hiddeti orduya sıçradı. Mustafa Kemal, bu iki desteğinden emin olduktan sonra, harekete geçmeye karar verdi. Darbe üstüne darbe indirerek düşmanlarına nefes alma zamanı bırakmadı. Rauf’u Ankara’ya çağırmakla işe başladı. Onu Halk Fırkası komitesinin huzuruna çıkarttı ve Meclisten ihraç edilme ve ülkeden sürülme cezasıyla tehdit ederek Cumhuriyete ve onun Başkanına sadık kalacağına dair yemin ettirtti.
Sonra İstanbul’a gönderilen emirde, Halifenin tahsisatının asgariye indirilmesi, şeref kıtasının dağıtılması istendi ve bütün maiyeti ile 48 saat içinde İstanbul’u terk etmeye davet edildi.
3 Mart 1924’te, bu ilk cezaların uyandırdığı panikten yararlanarak, Devletin tümüyle dinden bağımsızlaştığını ilân eden ve Halifeyi sınır dışı eden kanun tasarısını Meclise sundu.
“Cumhuriyet her ne pahasına olursa olsun muhafaza edilmelidir,” dedi, milletvekillerine. “Ama gelin görün ki, tehdit altındadır. Osmanlı İmparatorluğu eskimiş dinî temeller üzerine kurulmuştu, Yeni devlet sağlam temeller üzerine oturmalıdır. Sarsılmaz bir ilmî yapı ile donatılmalıdır. Halife ve Osmanlı Hanedanından ne varsa yok olmalıdır. Dinî mahkemeler ve kanunların yerini, modern kanun ve mahkemeler almalıdır. Dinî okullar, yerlerini devlet okullarına terk etmelidir. Cumhuriyet, millî, tekçil ve laik olmalıdır.”
Kanun, el kaldırılarak oya kondu. Bir saat içinde Mustafa Kemal, on yüzyıldan beri Türkiye’nin biçimlenmesine hizmet etmiş olan bütün din kurumlarını yıkmıştı.
Hatta aynı gece Abdülmecit’e, şafaktan önce İstanbul’u terk etmesini emreden mesaj gönderdi. Gece yarısı bir grup polis Halifenin sarayı önüne geldi. Abdülmecit’i, bavullarını bile hazırlamasına zaman vermeden Bulgar sınırına götürdüler. Bir jandarma teğmeni, bir bavul dolusu giyecekle, İsviçre’ye gidebilmesini sağlayacak bir miktar İngiliz lirası verdi.
Ertesi gün de bütün Osmanlı Prens ve Prensesleri de sürgün yoluna koyuldular…
Halifelik Üzerine İrdelemeler
Eğer yazıyı burada bırakırsak, alıntıdan oluşan sığ bir yazı olur. Bu nedenle halife/lik üzerine bir şeyler karalamam gerekir..))
- Halife kelimesinin kökeni:
Halife veya halef Arapçada h,l,f, kökünden gelir ve sonradan gelen anlamını taşır.
Türk Dil Kurumu bile bunu yazmaya cesaret edememiş, “Hz. Muhammed’in vekili olarak Müslümanların imamlığını ve din koruyuculuğunu yapmakla görevli kimse” diye bir tanım koymaya çalışmıştır.
Şimdi bu konuyu irdelemeye çalışalım:
Bir makamın devir teslim törenini düşünün:
- O makamdan ayrılan kişi seleftir.
- O makama sonradan gelen kişi haleftir.
İşte halife ile halef aynı şeydir:
Gelen kişinin giden kişi ile aynı vasıflara sahip olması gerekir mi?
Gerekir tabi: yani ortak ise ortak, vali ise vali vs…
Peki, bu mantık içinde, Muhammed’in yerine gelen kişinin Muhammed ile aynı vasıflara olması gerekmez mi?
Gerekir tabi, yani halifenin Muhammed gibi peygamber/resul/nebi olması gerekir doğal olarak…
Lakin Muhammed İslam’ın peygamberi olarak dünyaya gelen son peygamber olduğunu belirtmemiş midir? Belirtmiştir.
Yani Muhammed’den sonra başka bir peygamber gelebilir mi? İslam’ a göre hayır!
O zaman, Muhammed’den sonra onun yerine geçecek / halefi olacak başka biri olabilir mi? Olamaz!
İşte bu nedenle Halifelik diye bir kurum olamaz!
İşte bu nedenle, Türk Dil Kurumu da bu konuda hafif bir tahrifat yaparak halifeliği “vekillik” ile aynı kefeye koymuştur! Yani halifeler aslında Muhammed’in vekilleriymişler!
Peki, o zaman neden vekil demeyip, halife demişler? Bu soruyu bilene benden 10 (ten) points..))
- Halifeliğin başlangıcındaki tatsız olaylar:
Halifelik Peygamberliğin vekilliği ise, yani ulvi bir makam ise, neden ilk halife seçiminde Muhammed’in cesedi 3 (yazıyla üç) gün boyunca çöl sıcağında bekletilerek, mevtanın kokuşmasına neden olunmuştur?
El Cevap 1: Ömer ile Ebubekir’in halifelik gücünü ele geçirmek için anlaşamamalarından (daha doğrusu kavgalarından) dolayı…
Not: 1. Halife olacak Ebubekir’in İslam’ın başlangıcında Müslüman olmadığını, 2 (yazı ile iki) sene boyunca Muhammed’e karşı çıktığını biliyor musunuz?
El Cevap 2: Eğer TDK nın vekil konusunu kabullenirsek, Muhammed’in ölümünden sonra vekil olarak Ali’yi bıraktığını biliyor musunuz?
Biliyorsanız, Ali’den önce Ebubekir, Ömer ve Osman’ın halife olmasını hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bunlar ilk 4 halife konusunda aklıma gelenler…
- Halifeliğin Osmanlı’ya geçmesi üzerine:
Ayrıca, 1100 lü yıllarda Bağdat – Kahire – Kuzey Afrika ve Müslüman İspanya’da (Endülüs) aynı anda 4 halife olduğunu biliyor muydunuz? Tarihimizde ve İslam tarihinde bu dörtlemden hiç bahsedilmez… Zaman içinde tarih sayfalarından kayboldukları için sanki tek halife Osmanlı imiş gibi görünür…
Yavuz Sultan Selim, bunların arasından yalnız Kahire’dekinin yerine halife olmuştur. Sözün kısası, Yavuz Selim Mekke, Medine’ye filan gitmemiştir. Kılıç zoruyla Kahire’deki Memluklardan ¼ halifeliği almıştır… Mısırdan yanında getirdiği din adamları da şu anda bile Türkiye’ de uygulanan Sünni İslam’ın temellerini atmışlardır. Halbuki Asya göçerleri Türkmenlerin İslam anlayışı çok daha ılımandır…
Zaten Osmanlı Padişahlarından hiç biri Hac faraziyesini de yerine getirmemiştir…
Pardon, Saltanatı kaybettikten sonra Vahdettin Suudi Arabistan’a gitmiştir; ama Hac için değil, Arap ve İngilizlerden destek alarak Mustafa Kemal’in kurduğu Cumhuriyeti kaldırabilmek için… Tabi, Vahdettin’in buna ne gücü yetti, ne de umduğu desteği buldu..
İsterseniz düşüncelerimi toparlayayım:
- Halifelik çürük bir temel üzerine yapılan bina gibiydi..
- Gazi Mustafa Kemal Atatürk çok doğru bir düşünce ile halifeliği kaldırmış, bir nebze olsun Türk toplumunu bağnaz din düşüncesinden kurtarmaya çalışmıştır.
Bu günlük de bu kadar…
Kalın Sağlıcakla,
Dr. Ahmet Girgin
Eylül 2018
Kaynak:
Jacques Benoit-Mechin: Mustapha Kemal ou la Mort d’un Empire, Paris 1954
bülent sümerkan
14 Eylül 2018 @ 10:54
Bravo Ahmet, bilgiler çok değerli ve çarpıcı. Ah! Bir de bunları müslümanım diye geçinen ülkemin cahil kalmaya inat etmiş yurttaşları da bir bilebilseler ve şu taasuptan kurtulabilseler, ne güzel olur.