Rehberlik Anıları 1
Tercüman rehberlik aslında çok zevkli bir meslektir.
Her şeyden önce yabancı insanlarla karşılaşmak demek; yeni düşüncelere, geniş ufuklara yelken açmak demektir. Bana bu imkanı sağlayan ve paradigmamı düzgün oluşturan Galatasaray Lisesi ve Öğretmenlerime teşekkürü borç bilirim.
Anı 1: Hayatımda Baktığım İlk Ve Son Kahve Falı
Anadolu’ya çıktığımızda değişik grupların rehberleri otellerde doğal olarak karşılaşırız. Bu karşılaşmaların en güzelleri de Kapadokya’da ve güney sahillerinde olanlardır. Çünkü bu bölgelerde gezilecek yer çok olduğu için otelde 2 veya 3 gece kalmamız gerekir. Hele karşılaştığımız rehber arkadaşımız sevdiklerimizden biriyse o akşamlar bizim için düğün bayram olur. Mezeleri donatır, rakı sohbetine başlayarak aslan sütünün bize verdiği cesaret ile dozu giderek yükselen bir sohbete dalarız.
Bazen de İstanbul’dan gelen otel müdürleri bizden Anadolu’daki yalnızlıklarını gidermek için İstanbul’dan haberler beklerler. Onun için de daha otele varır varmaz masalarımız donatılmış olurdu. Anadolu’da sürgünde olan İstanbul kökenli müdürler için bizim onların otellerinde konaklamamız hoş bir olaydı ama, biz rehberler her gece sürgündeki bir müdürle karşılaştığımız için aldığımız alkolün dozu giderek artar ve turun son akşamlarında içecek mecalimiz kalmazdı…
Fransızca rehberlerin duayenlerinden Selçuk ağabeyimiz ile bir gece Kapadokya’daki Orsan Oteli’nde karşılaştık. Benim üstüm başım bölgenin volkanik tüfünden toz içindeydi, ama otele girdiğimiz zaman Selçuk Ağabey beni yanına çağırdığı anda gitmemek olmazdı…
Selçuk ağabeyin sohbeti çok tatlıdır, hatta bana göre bir zamanların Bal Mahmut’un dan bile daha tatlıdır, alışkanlık yapar.. Zaten Fransızca bir Fransız hatundan dinlenir, bir de Selçuk ağabeyden..
Her zamanki gibi Selçuk Abi, grubun hanımlarını etrafına almış döktürüyor. Beni uzaktan görünce hanımlara seslenip:
– “İşte, Türkiye’nin en iyi fal bakan rehberi geldi!” dedi.
Ben tatlı bir şekilde şoke olmuştum, çünkü Selçuk ağabeyin daha ne planladığını anlamamıştım. Sonra elindeki kahve fincanını gördüm, başıma gelecekleri sezinledim ve Selçuk ağabeye dönerek:
-“Abi, ben faldan ne anlarım, gözünü seveyim bulaştırma beni bu işe” dedim.
Selçuk abi her zamanki babacan tavrı ile:
-“Sen merak etme: ben sana olayları Türkçe söyleyeceğim, sen de hatunlara Fransızca olarak satacaksın” dedi.
Eh komplo teorisi aklıma yatmıştı. Masaya oturdum ve Selçuk ağabey sufleye başladı. Bana söylediği anlaşılmasın diye de kah garsonlara, kah şoförüne, kah komilere yönelip aktarmamı istediklerini açıklıyordu:
-“Falına bakacağın hanımın iki tane kız çocuğu var. Bunlardan büyük olanı geçen ay trafik kazası geçirdi ve sağ bacağını kırdı, hastaneden yeni çıktı. Şimdi durumu iyi”
Artık sıra bana gelmişti bu özeti benim ballandırarak açmam gerekiyordu.
-“Madam, falda sizin iki çocuğunuz olduğunu görüyorum doğru mu?”
-“Evet” diye cevap verdi madama…
-“Bunlar kız mı erkek diye düşünüyordum ama galiba ikisi de kız.”
Kadın da hafif şaşırma işaretleri başlamıştı.
-“İkisinden biri kötü bir şey geçirmiş galiba; kaza…. Yo, yoo trafik kazası… Ama çok önemli bir şey yok gibi görünüyor falda. Yalnız bir şeyini kırmış.. Acaba kolu mu? Bacağı mı? Bacağı, bacağı… Hatta eğer fal yalan söylemiyorsa sağ bacağı… Ama hastanede fazla kalmamış, alçıya almışlar, 3 hafta sonramı desem, 1 ay sonra mı daha yeni alçısı alınmış. Şimdi iyi görünüyor.”
Ben böyle kendimden geçmiş atıp tutarken bir ara gözüm Madamın yüzüne ilişti. Kadın afallama ile hayranlık karışımı bana bakıyordu. Birden toparlandı:
-“Evet, evet! Her söylediğiniz doğru! nasıl bildiniz?” diye şükranlarını iletirken o zamanlar genç olan iki yanağımdan öpüverdi. Ben de müneccim falcı edası ile hafif vakur:
-“Ben bir şey yapmadım, fincanda ne çıktıysa onu söyledim”. (Beyaz yalanın bu kadarına da pes doğrusu..))
O anda fark ettim ki etrafımızı çeviren 10 civarındaki hatunun 10’ u da bana hayran hayran bakıyor…. Geriye kalan tüm hanımlar Türk kahvesi dostu olmuşlar ve kahve içip fallarına bakmamı istiyorlardı. Ama artık bende pil bitmişti ve Selçuk abi de öbür hanımları da fal baktığım turist kadar tanımıyordu.
O gece için son hatırladığım: odama giderken tüm hatunların ellerinde fincanlarla –starlardan imzalı resim ister gibi- peşimden gelmeleri idi… Odamın kapısını zor kapattım desem inanır mısınız?
Anı 2: Bertan Ağabey’in Asaleti
Seneler önce ancak orta yaşlıların hatırlayabileceği “Commer” marka minibüs ile “3 medeniyet: Yunan, Roma, Osmanlı” turunu yapıyordum. İlk geceleme Çanakkale Tusan Motel’deydi. Boğazın kenarında küçücük, şirin ve bozulmamış doğası ile yamaçta bir motel… Grup ile minibüsten indik, resepsiyona geldik. Genelde müşterilerin bir problemi olursa diye oda numaramı ilk önce söylerdim, bu sefer söyleyemedim. Çünkü moteldeki tüm odalar doluydu ve müdür Bertan ağabey -yaşıyor ise Allah uzun ömür versin, vefat etti ise mekanı cennet olsun- biraz boynu bükük şöyle dedi:
-“Ahmet’ çiğim, kusura bakma bütün motel odaları dolu. Rica etsem, bu akşamlık çamaşırhanedeki personel yatağında yatar mısın?”
O zamanlar Türkiye turizmi daha emekliyor, birbirimize destek olmamız lazım:
-“Hiç önemli değil Bertan Abi, senin için rahat olsun; ben çamaşırhanede yatarım” dedim ve o gece mışıl mışıl çamaşırhanede uyudum.
Aradan bir sene geçmişti bu sefer aynı turu yaparken üçüncü durak olan Kuşadası Tusan’ da kalacaktık. Ama burası Çanakkale’nin aksine, deniz kenarında o zamanların en lüks otellerinden biri idi. Odaları dağıtmak için resepsiyonun önüne geldim ve müşterilere söyleyebilmek için ilk önce kendi oda numaramı aradım; listede yoktu. Resepsiyondaki arkadaşlara sordum:
-“Benim odam?”
-“Ahmet bey, siz lütfen müşterilerin odalarını dağıtın. Sizin odanızı sonra verebileceğiz.”
“Herhalde oda eksikliği var” diye düşündüm ve doğunun en hızlı oda dağıtan rehberi olma rekorunu kaptırmamak için müşterilerin odasını 5 dakikada dağıttıktan sonra resepsiyondakilere benim odamı göstermelerini rica ettim. Resepsiyonist, kominin eline bir anahtar verdiler ve onu takip etmemi söyledi. Bir tuhaflık seziyordum ama, daha bir şey anlamış değildim. Asansöre bindik, odaların olduğu katların üstündeki başka bir kata çıktık. Bell Boy üzerinde numarası olmayan bir kapıyı açtı ve beni içeri davet etti:
Aaa o ne ? kocaman bir salon, salonun önündeki cam pencereden Ege denizi, hatta neredeyse, Yunan adaları görünüyor. Koca bir yatak odası, gepgeniş bir banyo ve masanın üzerinde şarap şişesi ile kocaman bir meyve sepeti üzerinde kısa ve öz bir kelime:
“Teşekkürlerimle… Bertan”
Bir tuhaf olmuştum; hatta şu anda olayı sekreterim Sevil’e yazdırırken de tüylerim yine diken diken oldu….
Bertan abi evvelki seneki, benim için önemsiz olan çamaşırhanede yatma jestimi unutmamış, bir sene sonra yükselip Kuşadası Tusan’ ın başına geçince bana teşekkür etmek için kral dairesini açmıştı. Sadece kral dairesini sunmakla kalmamış, sunumu da nazik ve etkileyici bir biçimde yapmıştı….
Seneler sonra tekrar teşekkürler Bertan Ağabey..
Dr. Ahmet GİRGİN
Mayıs 2009
devam edecek…