Rehberlik Anıları 2
Anı 3: Ankara – İstanbul Orient Expresi
İlk başlarda, yabancı gruplarla İstanbul’dan Kapadokya’ya giderken, otobüs ile seyahat ederdik ve yol uzun olduğu için Ankara’da geceler, böylece 1 gün kaybederdik. Daha sonra bu kaybedilen geceyi kazanmak için seyahat acenteleri İstanbul – Ankara arasını gece yataklı vagonlar ile yapmaya başladılar. Böylece bir gece kazanılmış oluyordu. Hatta ilk vagonlu tur müşterilerini dağıtacağım zaman Haydarpaşa Garında, o kadar İstanbul’ a ilk ayak basan köylü vatandaş gibi bakıyormuşum ki birden arkamda sevgili Okay Kardeşim belirdi -ki daha sonra beni fazla)) takip ederek o da göz doktoru oldu-:
-“Ahmet abi, galiba hayatının ilk vagon dağıtımını yapacaksın: sen listeyi bana ver, kenara çekil, ben senin yerine halledeyim.”
Sanki gökten bir kanatlı melek inmiş idi benim için: Okay’ ın mütebbessim yüzünü hiç unutamam…. Hemen elimdeki dosyayı ona verdim ve işi bilen komutan edası ile 5 dakikada Okay kabin dağıtımını bitirmişti bile; tekrar teşekkürler Okay…
Daha sonra ben de işin inceliklerini öğrendim:
Bildiğiniz gibi trenin tekerleri vagonların başında ve sonunda bulunur ve raylarımızın çok modern olması nedeni ile bu tekerliklerin üzerine yerleştirdiğiniz müşteriler sabaha kadar uyuyamaz, doğal olarak da ertesi gün yorgun ve bezgin kalkar…. Daha sonraki turlarımda –diğer rehberlerin de yaptığı gibi- gıcık ve kıl müşterileri vagonların baş ve sonundaki kabinlere yerleştirdik, orta kabinler, tabiatıyla rehbere, sempatik müşterilere ve rehberin haremine kaldı…
Benim canım kadar sevdiğim sınıf arkadaşım Türkay, bu trenlerin müdavimi idi. Garibim genelde papaz gruplarına çıkar, yaşlı ve aksak semai yürüyen insanlara yardım etmekten helak olur ve bizim bıcır bıcır Fransız hatunlarından oluşan grupları görünce de gıpta ile bizleri süzerdi…
Yine Ankara-İstanbul arası böyle bir tren seyahati karşılaşmamızda, Türkay ile vagon restoranda rakıları devirdik, muhabbetimiz koyulaştı ve nihayet pamuk prensesin saati 12’ yi vurunca bizlerde, kralı olduğumuz kabinlerimize çekildik. Ama çekilmeden önce Ahmet’in kafasına muzip bir fikir gelmişti bile….
Saat 01.00 gibi kabinimde hala grup elemanları ile muhabbetimize devam ediyorduk ve… sarışın fıstık gibi bir kızı Türkay’ ın kabinine gönderdik!
Fazla kabini olmadığından, Türkay garibim 2 yaşlı madama ile aynı yerde kalıyordu. Centilmenlikten olsa gerek, alttaki iki yatağı yaşlılara vermiş ve kendisi komando edası ile üstteki yatağa tırmanmış ve daha yeni uzanmış olsa gerekti ki… Sarışın hatun Türkay’ ın kabininin kapısını çaldı. İçerideki madamalar –tahminime göre, bir yabancı diyarda bu saatte kapı çalınmasının hayra alamet olmadığını düşünseler gerek- battaniyelerini yüzlerine çekmişler, korkulu gözlerle tavana bakıyorlardı. Doğal olarak sözü kapı arkasından kır saçlı Türkay’ım aldı:
-“Oui”
Sarışın hatunun cevabı gecikmedi:
-“Ben’im”
Genç bir Fransız hatunun sesinden etkilenen Türkay yattığı Ararat dağından aşağı indi, kapıyı açtı ve karşısındaki fıstık gibi hatunu görünce bakakaldı, lakin hatunun cevabı kısa ve özdü:
-“Aaa benim aradığım siz değilsiniz!” ve Türkay’ ımın şaşkın bakışları arasında koşarak uzaklaştı….
Muzur Ahmet o anda koridorun çaprazında Türkay’ ın yüz ifadesini incelemek ile meşguldü…
Tahminime göre –zaten yapacağı başka bir şey yoktu- Türkay’ ım, Ağrı dağının tepesine tırmandı yattı; uyuyup uyumadığından emin değildim ama, hala aklının Fransız hatununda olduğundan emindim.
Bir saat sonra aynı denemeyi bu sefer seksi, kızıl saçlı başka bir hatun ile denedik. Aynı sahneler tekrarlandı, yaşlı Fransız ninelerin korkulu bakışları arasında, kır saçlı komutan Türkay’ ım kapıyı açtı, karşısındaki hatunu görünce kal geldi, aynı cevabı aldı ve kızımız geri döndü. Artık bizim grup, kabinde gülmekten kırılıyordu….
1 saat daha geçti son olarak saçlarını punklar gibi boyatmış bir hatun daha gönderdik. Aynı sahneler gerçekleşti; kızcağız döndüğünde Türkay’ ın tarif edilemez ifadesini bize anlatmaya çalışıyordu. Böylece Maltepe civarında trenimizin üzerine güneş doğdu ve nihayet Haydarpaşa garına girdik. Sabaha kadar uyuyamayan Türkay, bu arada olayı çözmüştü: çünkü punk kızımız bizim grubun içinde bir hipi gibi parlıyordu.
Ondan sonrası daha da komikti; Haydarpaşa peronunda 2 adam düşünün: biri önde koşuyor, kır saçlısı arkadan onu kovalıyor. Bu koşanların 40 yaşlarında olduğunu tahmin etmeye imkan yoktu, sanki iki muzır Galatasaray Lisesi öğrencisi çocukluğuna dönmüşlerdi….
Anı 4: Kapadokya’ da halı satışı bi başkadır…
Rehberlikte kazanç, yevmiyeden çok sattığınız maldan aldığınız komisyona bağlıdır. Rehberliğe ilk başladığımda komisyon almak biraz tuhaf geliyordu bana ve yabancıların ne düşüneceğinden çekiniyordum. Sonraki senelerde öğrendim ki yabancıların zaten hayatı komisyon! ve bizim aldığımız para onlara çok doğal geliyor. Bunun üzerine çok rahatladım ve müşterilerle açık açık konuşur duruma geldim. Açık konuşmam ise –düşünülenin tersine- müşterilerde daha çok güven uyandırdı ve satışlarım arttı…
Selçuk Tekmen ile 2 otobüslük bir Kapadokya seyahatindeyiz. Grup doktor, eczacı ve sağlık personelinden oluşuyordu. Ben de o zamanlar daha tıp talebesi idim ve Selçuk nezaketinden, doktorlardan oluşan otobüsü bana bırakmıştı.
Kapadokya’da Yusuf Duru’nun dükkanına gittik. Selçuk sağ olsun “x” miktar satış yaptı ama, benim grubumda bir patlama gerçekleşmiş, yanılmıyorsam o zamanın parası ile 190.000 FF’ lık satış olmuştu. Dükkandaki satıcıların gayretini hiç unutamam; gene de yüzlerinde bir hüzün vardı. Akşam otele komisyonumuzu getirdikleri zaman sebebini sordum:
-“Ahmet ağabey, patron bize söz vermişti: eğer 200.000 FF satış yapsaydın, bize renkli televizyon alacaktı. Ama 190.000 FF kalınca televizyonumuza kavuşamadık.”
-“Üzüldüğünüz şeye bakın çocuklar! Siz hiç merak etmeyin, tereddütte olan o müşterinin Ladik halısını arabaya atın, Ağzıkarahan’a getirin.”
Satıcının 21.000 FF’ dan aşağıya inmediği alıcının da 18.000 FF verdiği bir halı vardı. Ertesi gün otobüste müşteriye son vuruşumu yaptım:
-Mösyö, artık Kapadokya’yı terk ediyoruz. Buraya ne zaman tekrar geleceğiniz de meçhul! Eve dönerken burasını devamlı hatırlatacak bir halıyı götürmediğinize üzülmüyor musunuz?
Sanki adamcağız da benden bu soruyu sormamı bekliyordu.
“Dün gece hanımla biz de aynı şeyi düşündük otelde. Ama artık çok geç değil mi?”
O zamanlar cep telefonunun “C”si yok. Haberleşme, ancak otele vardığımız zaman santrale kayıt yaptırarak olabiliyor ve telefonun bağlanması için 1 ila 2 saat odanızda hapis kalıyorsunuz.
-“Peki ben sizin halınızı Ağzıkarahan’a getirtsem, pazarlık etmeden 20.000 FF verir misiniz?”
Mösyö şaşırmıştı.
-“Böyle bir şey mümkün mü? Tabii veririz. Hanım hakikaten çok istiyordu. ”
Zaten ben, mösyö ile konuşurken, kötü kedi Şerafettin gülümsemesi ile, arkamızdan gelen büyük amerikan arabası veya mercedesi izliyordum…
Nihayet Ağzıkarahan’a geldik. (Bilmeyenler için: Ağzıkarahan Kapadokya’nın çıkışında Aksaray’a yakın Selçuklular tarafından yapılmış bir kervansaraydır ve Kapadokya’dan oraya otobüsle gidiş ortalama 1 saat sürer) Önce Ağzıkarahan’ı ziyaret ettik, sonra turistlere fotoğraf molası verince hikayemizin kahramanını eşi ile beraber Ağzıkarahan’ın karşısındaki çeşmeye götürdüm. Çeşmenin yanında halı satıcılarından bir gurup heyecanla bizi bekliyordu. Arabanın bagajını açmalarını söyledim. Müşterinin beğendiği halının bu olup, olmadığını sordum ve daha fazla konuşmasına müsaade etmeden:
-“Mösyö madem halın bu, rüyanı geciktirme, hemen çekini imzala” dedim.
Adamcağız ne olduğunu anlayamadan imzayı atıverdi: turistler hayatından memnun, satıcılar daha memnun, tokalaştık ve otobüse bindik.. Böylece 200.000 FF’ lık sınırı 10.000 FF’ lık bir fark ile geçmiş bulunuyordum…
Bir sonraki turda dükkana uğradığımda, renkli televizyon açıktı ve satıcılar müteşekkir ifadeleriyle bana içten yine/yeniden bir duble rakı daha sundular..
Dr. Ahmet GİRGİN
Mayıs 2009
devam edecek…